Sıradaki içerik:

RUSYA’NIN AZERBAYCAN-ERMENİSTAN MERKEZLİ GÜÇ DENGESİ POLİTİKASI

e
sv

OSMANLI DEVLETİ VE BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİRİŞ

230 okunma — 30 Ağustos 2021 00:03
avatar

admin

  • e 0

    Mutlu

  • e 0

    Eğlenmiş

  • e 0

    Şaşırmış

  • e 0

    Kızgın

  • e 0

    Üzgün

Murat Tunay ŞEN 

İstanbul Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına girişi ve hangi koşullarda gerçekleştiği konusu yakın tarihin en önemli konularından biridir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı, altı yüzyıllık Osmanlı Devleti’nin dünya sahnesinden tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. Savaş sonrasında Mondros Mütarekesi ile başlayan ve Osmanlı Devleti için adeta bir yıkım olan Sevr imzalanmıştır. Ardından yabancı işgal ve müdahaleleri sonucunda ise Türk İstiklal Savaşı doğmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın işte önemi burada başlamaktadır. Bir devlet yıkılırken, bu ağır yıkımdan yepyeni bağımsız bir ülke doğmuştur.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçti. Geçen bu zamanda Birinci Dünya Savaşına girişiyle ilgili çok sayıda çalışma yürütüldü. Yerli ve yabancı eserlerden, arşivlerinden yararlanıldı. Ancak, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşına girişine neden olarak, çoğunlukla bu süre içerisinde görevde bulunan devlet kadroları suçlamak ana temeli oluşturdu. Bu çalışmamda Osmanlı Devleti savaşa girdiği sırada savaşa girişin aslında uzun yıllardan beri süre gelen olayların doğal bir sonucu olarak ortaya çıktığı görülmüştür.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi genel, askeri, iktisadi, siyasi ve sosyal durumları ve sınırları ile savaş öncesi hazırlıkları, Türk-Alman ittifakı ile diğer ittifak girişimleri incelendiğinde, içinde bulunan konjenktörün Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini zorunlu kıldığını göstermiştir. Hangi sadrazam ya da paşa olursa olsun Osmanlı Devleti savaşa girmesinin adeta bir zorunluluk haline gelmiş olduğu görülmektedir. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşına girişi ve bu arada yaşanan diğer önemli olaylar, alanında uzmanlaşmış kişilerin bugüne kadar ortaya koydukları ciddi eser ve çalışmalardan yararlanarak yazılmıştır.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ OSMANLI DEVLETİ

 

Osmanlı Devleti 19. yüzyılda adeta uzatmaları yaşıyordu. Avrupalı büyük devletlerin çıkar çatışmalarından faydalanarak, bir denge politikası takip ederek varlığını sürdürüyordu. Ancak buna rağmen, Anadolu ve Rumeli’de önemli toprak kayıplarına uğramış, Kıbrıs, Mısır, Tunus ve Cezayir elden çıkmıştı. 20. Yüzyıl başlarında da Bosna Hersek, Bulgaristan ve Girit Osmanlı Devleti topraklarının dışında kalmıştı. Trablusgarp Savaşı sonrasında ise artık Kuzey Afrika’da da Osmanlı yoktu.

 

Osmanlı Devletinin bu sorunlu dönemini fırsat bilen Balkan devletlerinin başlattığı savaş sonunda ise Osmanlı Devleti, artık Trakya hariç Avrupa kıtasından atılmıştı. Balkan Savaşındaki yenilgi, ordu ve millet üzerinde büyük bir olumsuzluk etkisi göstermişti. Devletin yüzyıllardır elinde tuttuğu en gözde şehirleri düşman eline geçmişti. Bu kasvetli vaziyet askerî sebeplerden ziyade Osmanlı son döneminde ülkede çoğunluğu teşkil eden Müslüman-Türk ahalideki yetişmiş insan sıkıntısından ötürü kaynaklanmaktaydı. Müslüman-Türk ahali bu boş vermişlik ortamında her işten elini ayağını çeken, kendi ihtiyaçlarını kendi başına gideremeyen, milli bilinç duygusundan yoksun, vasıfsız bir insan topluluğuna dönüşmüştü.

 

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde arifesindeki askerî vaziyetini özetlemek adına Balkan Savaşları örneğini görmek yeterli olacaktır. Osmanlı ordusu yaklaşık beş yüz yıl boyunca elinde tuttuğu Rumeli topraklarının tamamının sadece beş hafta içinde avuçlarının arasından kayıp gitmesiyle birlikte, Çatalca’ya kadar çekilmişi sonrasında sadece Edirne’yi kurtarabilmişti. Ordunun içinde alaylı-mektepli çatışması çok şiddetli bir şekilde devam etmekteydi. Türkiye, içinde bulunduğu tecrit yüzünden, neredeyse tüm Avrupa’yı temsil eden iki tarafın dışında kalmış bir ülke olarak adaletsizlik ve istismarın her türlüsüne katlanmayı sürdürmekteydi. Gayr-i Müslim tebaadan asker toplama konusunda büyük sıkıntılar yaşanıyordu. Fakat Osmanlı ordusu Balkan Harbinden çok sayıda dersler çıkarmıştı. Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı ordusu bir gençleştirme hareketine kalkıştı. Balkan mağlubiyetine sebep olduğu düşünülen yaşlı komutanlar ordudan tasfiye edildi. Ordu seferberliği iyi sağlandı ve gençleştirme hareketi sonrasında Balkan Harbinde beş haftada bozularak başkente kadar çekilen Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşında dört koca yıl boyunca dünyanın en büyük ordularına karşı direnmeyi başardı.

 

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDE İKTİSADİ, SİYASİ VE ASKERİ DURUM

 

Balkan Savaşından sonra iktidara tamamıyla sahip olan İttihat ve Terakki Hükümeti, önemli tedbirler almaya çalıştı. Bunun için ilk önce ordunun yeniden düzenlenmesi için çalışmalara başladı. Ordunun komuta kadrosunda yenilikler yapıldı ve Almanya’dan orduyu ıslah için bir askeri heyet getirildi. Osmanlı Devleti bir taraftan ordu ve donanmasını yeniden yapılandırırken diğer taraftan da bloklaşan Avrupa’da yalnız kalmamak için bir takım diplomatik girişimlerde de bulundu. Zaten önünde iki seçenek vardı: Ya İtilaf Devletleri safına katılacaktı ya da İttifak Devletleri yanında yer alacaktı. Başka bir seçeneği yoktu.

 

20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlamıştı. Yönetim kadrosunda Avrupai bir zihniyet değişimi yaşanmıştı. Ekonomik sorunlara paralel olarak askerî alanda yaşanan sıkıntılar, Osmanlı Devletini Avrupa’da denge siyaseti takip etmeye zorlamıştır. Bu uzun bir süre devam etmişti. 20. yüzyılda, dünya genelinde yaşanan hammadde krizi ve sömürge bulma telaşı, küresel bir krizin çıkacağının sinyallerini veriyordu. Artık devletler arasındaki işbirlikleri, siyasi bloklaşmalar olarak sonuçlanıyordu.

 

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi ekonomik durumunun askerî durumundan farkı yok gibiydi. Ülke ekonomisi savaşa girişi arifesinde neredeyse tamamıyla dışa bağımlı bir haldeydi. Balkanlar’ın elden çıkışı Osmanlı ekonomisinin üçte bir oranında küçülmesine sebep olmuştu. Ülke bünyesinde birkaç fabrika vardı. Bütçenin verdiği açık korkunç boyutlardaydı. Sürekli dışarıdan borçlar alınıyordu ve alınan bu borçların neredeyse yarısı askerî harcamalara gidiyordu. Makineleşme ve fabrikalaşma adına ülke genelinde bir adım atmak mümkün olamıyordu. Duyun-u Umumiye 1914’de Osmanlı bütçenin yüzde 60’lık bir kısmına el koymuştu. Savaş öncesinde Osmanlı bünyesinde görev yapan memurların maaşları bile Duyun-u Umumi’den alınan borçlarla ödenmekteydi. Osmanlı Devleti, Sanayi Devrimi’ni yaşayamaması sonucunda, özellikle 19. yüzyılda hammadde ve pazar alanı olmuştur. 1841 yılında kapitülasyonların devlet denetiminden çıkması ile de ekonomik iflasın eşiğine gelinmiş ve Avrupa’nın açık pazarı olmuştur. Osmanlı sanayisi çökmüş, hammadde üreticisi konumuna gelmiştir. Dışarıdan bol sayıda ucuz hammadde gelmesi ile Avrupa’nın açık pazarı haline gelmiştir. Lonca örgütü önemini yitirmiş, işsizlik artmıştır. Dış ticaret açığı artmıştır.

 

OSMANLI DEVLETİ’NİN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDE SINIRLARI

 

Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Osmanlı sınırları, batıda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının neredeyse aynısıydı. Osmanlı Devletinin kuzeydoğu sınırı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından, Birinci Dünya Savaşının başlangıcına kadar aynı şekilde kalmıştı. Batum, Artvin, Ardahan, Kars, Sarıkamış ve Oltu Osmanlı sınırlarının dışında kalıyordu. Bu hattan Güneydoğu istikametine doğru devam edildiğinde Van ve Bağdat’ın doğusundan geçilerek Basra körfezine kadar inen yolun Batı istikameti de yine Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. Hatay’dan Akdeniz’in doğusu boyunca güneye inen Osmanlı hududu, Süveyş Kanalı’nın yanından Yemen’e kadar inmekteydi. Halep, Şam, Beyrut, Kudüs, Medine ve Mekke’yi içerisinde barındıran Güney sınırı Yemen’e Kadar inip, sonrasında tekrardan Kuzey istikametine devam ederek Basra körfezinden gelen hudut hattıyla birleşiyordu. Savaşın başlayacağı sıradaki Osmanlı topraklarının toplam yüz ölçümü ise 2.410.000 km2 kadardı.

 

OSMANLI DEVLETİ’NİN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ ASKERÎ HAZIRLIKLARI

 

Osmanlı İmparatorluğu güç kaybetse de 18. yüzyılın ortalarında bile hala büyük bir devletti. Osmanlı’nın dünyada, “I. Sınıf Devlet” kategorisinin dışına çıkması, Ruslar tarafından Kırım’ın ele geçirmesinden sonra olmuştur. Osmanlı ordusu 1909 yılında meclisten geçen yeni askeri yasalarla bir modernleşme programı uygulamaya başlamıştı ancak elinde bu programı uygulayacak yetenekli üst düzey subay yoktu. 1914 yılında savaş başladığında neredeyse beş yıldır tatbikat yapılmamıştı. Ulaştırma hatlarının zayıflığı yüzünden kuvvet kaydırmada zorluklar vardı. Yine de ihtiyatlar yeniden düzenlendi, sıhhiye ve veterinerlik hizmetleri iyileştirildi. Osmanlı piyadesi, karargâh çalışması, yürüyüş, taarruz ve savunma düzenleri ile talimatlar açısından danışmanlık veren Almanlar sayesinde onların taktik ilkelerini benimsemişti. Talimnameler de neredeyse birebir Almanca çeviriydi.

 

Osmanlı Devleti yenilgilerden ders çıkarmayı bildi. Eksik özellikler gerçekçi olarak tespit edildi ve çalışmalar başlatıldı. Birbirini takip eden çok sayıda hazırlıkla yepyeni bir ordu yapısı tertip edildi. 1913 yılının sonbaharında bu girişimleri üslenen Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa oldu. 11 Aralık 1913 tarihinde Yeni Teşkilat-ı Askeriye Nizamnamesi’ne göre yeniden yapılandırma programı başlatıldı ve seferberlik sistemi ve birlikler yeniden düzenlendi. Bu nizamnameyle redif teşkilatı ortadan kaldırılarak onun yerine yeni bir yedeklik sistemi getirildi. 1913 senesinin Nisan ve Mayıs ayları sakin geçti. Bu aylarda Balkan Harbinden dönen orduların sevk ve dağıtım işleriyle uğraşıldı.

 

1913 yazına gelindiğinde ise dönemin Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın desteğiyle yeni bir Alman askerî misyonunun Türkiye’ye davet edilmesi fikri ortaya atıldı. Mahmut Şevket Paşa’nın katlinden sonraki Harbiye Nazırı olan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa da bu ıslah heyeti fikrini destekleyenlerdendi. Meseleye Sadrazam Said Halim Paşa da razı edildi ve 22 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’daki Alman Sefiri Baron von Wangenheim, Osmanlı sadaretinin ve Harbiye Nezaretinin bu yönündeki talebini Berlin’e iletti. Berlin ve İstanbul’un karşılıklı olarak mutabakata varması neticesinde, 12 Aralık 1913 tarihinde Tümgeneral Otto Liman von Sanders’in başını çektiği 72 kişilik Alman Askerî Danışman Heyeti İstanbul’a geldi. Gelen bu heyet Türkiye’ye askerî danışmanlık yapmak üzere gönderilen ilk Alman heyeti değildi. 1836 yılında Moltke önderliğinde bir Alman heyeti daha Türkiye’ye gelmişti.

 

Aslında Osmanlı ordusundaki düzenlemeler 1910 yılında başlamış ve ordunun komuta yapısı Von der Goltz’un taktik düşüncelerine dayanan bir anlayışla temelden değiştirilmişti. Osmanlı subaylarının da görüşlerinin alınarak yapılan bu değişimde, Osmanlı piyade tümenleri doktriner yönüyle çağdaş Avrupa ordularıyla aynı, taktik yönden ise onların önüne geçmişti. Bu değişimde, taktik seviyede direk topçu ateşiyle desteklenen taarruz esas alınmıştı. Buna göre tümenlerde üçlü kuruluş esas olacak, her tümen üç piyade alayından oluşacaktı. Aynı yıl temmuz ayında “Teşkilat-ı Askeriye Nizamnamesi“ yayınlandı ve ordu Avrupa ordularında olduğu gibi kolordu kuruluşunu benimsedi. Ancak buradaki kritik konu, Avrupalıların iki tümenli standart kolordusu yerine üç tümenli kolordu modelinin getirilmesiydi. Her kolordunun 41.000 askeri olacaktı. Osmanlı ordusu, piyade tümenleri kadrosuna üç taburdan oluşan bir topçu alayını da dâhil etmişti. Her tümende ayrıca bir nişancı taburu ile bir mızıka bölüğü de bulunuyordu. Osmanlı ordusunda tatbikatlarda bu değişimler denendi. Bu kuruluş o kadar isabetliydi ki, Avrupalıların siper savaşlarındaki dört alaylı tümenlerinin hantal kaldığı ortaya çıktı. Böylece siper savaşlarında Türk Modeli piyade tümeninin ideal kuruluşu ortaya çıkıyor, tümen iki alayını cephede tutarken bir alayını ihtiyatta bekletebiliyordu.45 Alman ordusu da bu Türk Modelini esas alarak 1915 yılında yapısını değiştirdi. Ardından Avrupa’nın büyük muharip güçleri 1918 yılına kadar Türklerle aynı kuruluşa geçtiler.

 

1883 yılında Albay Kaehler ve devamında da Colmar Freihher von der Goltz’un askerî danışman olarak görev yaptığı Osmanlı ordusu, Alman subaylara pek de yabancı bir yer değildi. 1883-1895 yılları arasında İstanbul’a gelerek, Harbiye Nezaretinde çok sayıda görevde bulunan Goltz Paşa, Askerî Mektepler Umum Müfettişliği ve Genelkurmay İkinci Başkanlığı görevlerini de îfâ etmişti. Goltz Paşa, askerî okullarda yaptığı radikal değişiklikler ile ülkemizin kurucu liderlerinin Harbiye’de aldığı eğitimi elden geçirmişti. Alman askerî misyonunun dünya çapındaki şöhreti ve askerî anlamda ekol ülke durumunda olması, iki ülkenin 80 yıllık askerî ortaklığının Birinci Dünya Savaşında da devam etmesini kolaylaştırdı. Savaş bitiminde Osmanlı ordusundaki Alman asker sayısı 800’e kadar çıkacaktı. Alman subaylar Birinci Dünya Savaşı başladığında etkili konumlara gelmek isteyeceklerdi. İşte bu Türk-Alman askerî ortaklığı 2 Ağustos 1914 tarihinde imzalanacak ittifak anlaşmasına giden yolu hızlandırmış bir hadisedir.

 

1914 yılı itibariyle Harbiye Nezareti orduda gençleştirmeye gitti. Ocak ayında Ahmet İzzet Paşa istifa ederek Harbiye Nazırlığı görevinden çekildi ve ordudaki bu gençleştirme çabası Harbiye Nazırından başladı. Rütbe basamaklarını çok hızlı çıkan Enver Paşa 3 Ocak 1914’de Harbiye Nazırı, 8 Ocak 1914 tarihinde Osmanlı orduları Başkumandan Vekili oldu. Sadece bir aylık bir zaman diliminde Albay, General, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili gibi üst düzey dört terfi gerçekleştiren Enver Paşa, 24 Şubat 1914 tarihinde Sultan Abdülmecit’in torunu olan Şehzade Süleyman Efendinin kızı Naciye Sultanla evlenerek Dâmâd-ı Şehriyarî unvanını da aldı.

 

Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili oluşuyla birlikte kurmay kadrolarındaki gençleştirme operasyonu hız kazandı. İlk etapta Balkan Harbindeki mağlubiyetin müsebbibi olarak gösterilen kumandanlar ve 55 yaşını dolduran kumandanlar emekliye sevk edildi. Bir sonraki adım ise yaşlı kumandanlardan boşalan koltuklara genç subayların yerleştirilmesiydi. Enver Paşa döneminde genç kumandanlar o anki rütbeleriyle komuta edeceklerinden daha büyük askerî birliklere komuta etmeye başladı. Dönemin Yarbay ve Albayları; Tümen ve Kolordu Komutanlığı gibi üst düzey askerî birliklere komuta eder oldu.

 

12 Mayıs 1914 tarihinde ise Harbiye Nezareti yeni bir kanun daha çıkarttı. Bu kanunun temel amacı, Osmanlı Devleti vatandaşı olan ve 18 yaşını dolduran her erkeği dinine ve mensubu olduğu etnik grubuna bakmadan Osmanlı ordusu adına zorunlu askerlik görevini yerine getirmekle yükümlü etmekti. Bu yükümlülük tam olarak sağlanamıyorsa da, askere gitmeyen insan sayısını minimize etmek ve en aza indirmek amaçlanmıştı. 12 Mayıs 1914 tarihi ülkede yaşayan her kesimin zorunlu askerlik görevini yerine getirmesine bir adım daha yaklaşılması adına son derece mühim bir tarihti. Çünkü Osmanlı Ordusu 1826 ile 1914 arasında geçen zamanda Müslüman-Türk ahali dışındaki azınlıklardan asker toplamakta çok zorlanıyordu. Gayr-i Müslim halk cüzi bir bedel karşılığında askerlik görevinden muaf oluyordu. Bu nizamname, Gayr-i Müslim halkın da olabildiğinin en yükseği derecesinde orduya katılması prensibini temel gütmüştü. Bunun yanında 12 Mayıs nizamnamesi uyarınca Kolordu komutanlıklarına asker sağlamak adına 12 Ahz-ı Asker Dairesi, 35 Ahz-ı Asker Kalemi ve 362 Ahz-ı Asker Şubesi kuruldu. Kurulan bu asker toplama merkezleri sayesinde Osmanlı ordusu o güne kadar gördüğü en kalabalık nüfusuna ulaşarak, 2.900.000 asker toplamayı başardı. Enver Paşa orduyu ilmî anlamda da kuvvetlendirmeye çalıştı. Osmanlı Türkçesindeki sesli harf eksikliğini ortadan kaldırmak isteyen Enver Paşa, Enveriye adında yeni bir yazı tipi geliştirdi. Kıyafetlerde de bir dizi değişikliklere gidildi. Yine Enveriye adında yeni bir başlık çıkartıldı ve ardından ordunun iaşesi meselesine el atıldı. Yapılan yenilikler sadece Kara Kuvvetleriyle sınırlı kalmadı. Hava Kuvvetlerinde ve Bahriyede de bir dizi yenilik hayata geçirildi.

 

İşte Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına tüm bu hazırlıkların gölgesinde girdi. Görünün o ki: hayata geçirilen askerî hazırlıklar yararlı oldu. Çünkü Balkan Savaşlarında beş haftada beş asırlık yurdundan vazgeçen Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşında dört sene kadar uzun bir süre ondan fazla cephede savaşarak rüştünü ispatlamış oldu.

 

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN BAŞLANGICI

 

Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu varisi Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914 tarihinde, Saraybosna’da koyu bir Sırp Milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiyle başladı. Bu cinayet, barut fıçısına çakılmış bir kibrit bir gibiydi. Gergin olan ilişkiler çakılan bu kıvılcımla koca bir alev topuna dönüştü. Cinayetin üzerinden bir ay geçti ve 28 Temmuz’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Franz Ferdinand’ın katlinden ötürü Sırbistan’a karşı savaş ilan etti. Gergin ilişkiler bunun sıradan bir Avusturya-Sırbistan savaşı olarak kalmasına müsaade etmedi. Öteden beri kendisini Slavların ve Ortodoksların hamisi olarak adlandıran Rusya da Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Sırbistan’a savaş ilan etmesiyle birlikte Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya 1, 3 ve 4 Ağustos tarihlerinde sırasıyla Rusya, Fransa ve Belçika’ya savaş ilan ettiler. Bunu ardından 4 Ağustos tarihinde İngiltere ve dünya genelindeki sömürgeleri Almanya’ya karşı savaş ilan ettiler. Zaten İngiltere, Fransa ve Almanya’nın savaşa katılarak, sömürgeleri vasıtasıyla savaşın gezegenin neredeyse tamamında yayılmasını otomatik olarak sağladılar. Almanya ve İngiltere’nin sömürge yarışında dünyanın en büyüğü olma çabaları bu iki devleti doğal olarak karşı karşıya getiriyordu. 1870-1871 Prusya-Fransa savaşı sonrası kıta Avrupa’sının efendisi olan Almanya savaş sonunda yer altı kaynakları bakımından çok zengin olan Alsace-Loraine bölgesini Fransa’dan almıştı. Fransa Almanya’ya karşı 1870 mağlubiyetinin intikamını almak istiyordu. Sadece bu bile Fransa ile Almanya’yı doğal olarak karşı karşıya getirmek için yeterli bir argüman olabilirdi. Saflar sadece beş gün içinde kesinleşmişti. Bir tarafta Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya; diğer tarafta ise İngiltere, Fransa, Rusya ve Sırbistan vardı. Ufukta görünün savaşın ayak sesleri işitilmişti. 4 Ağustos günü Osmanlı seferberliği de gelecekti.

 

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİ VE İTTİFAK ANLAŞMASI

 

Osmanlı Devleti, Rus savaşı yenilgisinden sonra 1878 Berlin antlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti‟nin siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktan vazgeçtikleri görülmüştür. II. Abdülhamit’in İngiltere’ye olan güvensizliği burada açıkça ortaya çıkacaktır. Ülkedeki Jön Türk muhalefetinin, İngiltere tarafından desteklendiğini düşünen Sultan, anılarında ‘’İngilizlerin her vesileyle Jön Türkleri tutmaları şayan-ı dikkattir” demiştir.

 

Abdülhamit‟in politikasının önemli bir boyutu da devletin Müslüman bölgelerini elinde tutabilmekti. İngilizler ise, yeni politikalarıyla Müslüman bölgeleri hedefleyerek, Arap kabilelerini arka arkaya isyana teşvik etmişti. Abdülhamit‟in, Fransa, Avusturya, İtalya gibi diğer büyük devletlere de güvensizlik duymasının haklı nedenleri vardır. Fransa‟nın Tunus‟u işgal etmesi, Rusya‟nın Balkanlar ve Boğazlar, Avusturya‟nın Balkanlar, İtalya’nın Osmanlı Afrikası üzerindeki emelleri bellidir. Oysa Almanya‟nın sömürgeleri arasında Müslüman toprağının olmaması önemli bir unsurdur. Öte yandan İngiltere başta olmak üzere Avrupalı devletler, Müslüman unsurları devletten koparmak için, kışkırtıcı davranışlarda bulunurlar dır. Almanya ise bu tür davranışlardan uzak durup güven verici hareketlerde bulunmuştur. Osmanlı Devleti de Alman sermayesinin ve siyasi gücünün ülkeye girmesi için davetkâr bir tutum içindedir.

 

Osmanlı Devleti’nin ittifak denemeleri neticesiz kalmıştır. Bunun nedeni gizli paylaşım projeleridir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir belge Osmanlı Devleti’nin kesin tasfiyesinin savaştan evvel İtilaf Devletlerince konuşulduğu açıkça ortaya çıkaracaktır. Osmanlı için ittifak yapılabilecek tek devlet Almanya kalmıştır. Almanlar çıkabilecek bir dünya savaşı ihtimaline karşı Osmanlı Devleti ile ittifak yapmayı düşünüyorlardı. II. Wilhem, İstanbul’u ikinci ziyareti sırasında II. Abdülhamit’e bu konu ile ilgili olarak fikrini açmıştır. Almanya ve Avusturya kendi menfaatleri bakımından kuvvetli bir Osmanlı’ya ihtiyaç duymuş ve elerinden geldiğince destek olmaya çalışmıştır. Ancak iç istikrardan mahrum bulunan, her tarafta türlü türlü sorunlarla karşılaşan Osmanlı ile ittifaka girmek riski göze almak olduğu için bu devletler işbirliği konusunda kararsız kalmışlardır. Jön Türkler Almanlarla ilk ittifak teklifini Eylül 1913’te yapmışlardır. Ancak Alman Büyükelçisi verdiği cevapta, ‘’Türkiye ittifak kabiliyetine hazır olmadığı cihetle keyfiyetin hükümetçe tecile uğradığını’’ söylemiştir. Alman İmparatoru II. Wilhem teklifin reddedilmemesini açık kapı bırakılmasını söylemiştir. Türkiye’yi pahalı bir müttefik olarak gören Almanya ne olur ne olmaz düşüncesiyle Osmanlı Devleti’ni oyalama politikası takip etmişlerdir. Mart 1914’de Alman Genelkurmay Başkanı Avusturya Genelkurmay başkanına bu konu ile ilgili olarak görüşlerini şöyle dile getirmiştir: “Türkiye askeri bakımdan sıfırdır. Askeri heyetimizin raporları tamamen ümit kırıcıdır. Ordu, anlatılması güç bir durumdadır. Türkiye’den daha önce hasta adam diye söz edildiğine göre, şimdi ölen adamdan söz edilmesi gerekiyor. Artık yaşama gücü kalmamıştır. Kurtarılması olanaksız ve can çekişme halinde bulunuyor. Askeri heyetimiz,şifasız bir hastanın ölüm döşeği başında bulunan doktorlara benziyor.” Von Moltke18 Mayıs 1914 tarihli muhtırasında da şöyle diyordu: “…Yakın gelecekte Türkiye‟yi üçlü ittifakın ya da Almanya’nın yararına hesaba katmak tam bir yanılgı olacaktır.”

 

Her iki görüşte Türkiye’nin kolay yutulacak bir lokma olarak algılandığını gösterir. Almanlar, I. Dünya Savaşı’nın başlamasına bir ay kalana kadar dahi aynı düşüncedeydiler. Alman büyükelçisi Wangenheim, İstanbul’dan 18 Ekim 1914’de Alman Dışişlerine çektiği bir telgrafta: “ Osmanlı Devleti mütefik rolüne asla layık değildir. Bu hükümet müttefiklerine hiç bir fayda sağlamaz, ancak müttefiklerinin yükünü arttırır.” demiştir. Alman devlet adamları bir kısmı Türkiye’yi istemezken diğer bir kısmı bu ittifakın Almanya’nın Balkanlarda yükünü hafifleteceğini düşünmektedir. Alman siyasilerin her ne kadar Türklerin ittifaka alınması halinde Türkiye‟nin Ermenistan’daki Rus kuvvetlerine karşı Almanya’dan yardım istemesi endişesi kaplıyorsa da buna karşılık Boğazların kapanması, ittifak devletleri için büyük yararlar sağlayacaktır. Çünkü böylece Rusya’nın müttefiklerle ulaşımı kesilecek, dolayısıyla savaş uzayacaktır. Bu süre içinde de Türkiye Asya’sındaki hazırlıklar bitirilecektir. Bu düşüncelerle Alman diplomasisi tutumunu değiştirmek zorunluluğunu duymaya başlayacaktır. Ama Avusturya Sırbistan‟a ultimatom verene kadar, Alman siyasileri Türkiye ile bir ittifaka girmeyeceklerini tekrarlayıp duracaktır.

 

Türk – Alman anlaşmasının imzalanması, Avusturya’nın Sırbistan’a kesin uyarı verdiği tarihte Alman devlet adamları, Türk -Alman ittifak meselesini tekrar düşünmeye başladılar. İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim, Sadrazam Said Halim Paşa‟ya “Alman hükümeti namına size ittifak teklif ediyorum.” diyerek Almanya’nın düşüncelerini açıkça ortay koymaktadır. Bu tekliften sonra Said Halim Paşa, Sultan’ın başmabeyincisi Ali Fuat Bey’i Sultan Reşad’a göndererek ittifak için Sultan’ın onayını almıştır.

 

Osmanlı üst düzey yöneticilerinden sadece Sultan Reşad, Said Halim Paşa, Melis-i Mebusan reisi Halil Menteşe, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa ve Harbiye Nazırı Enver Paşa bu ittifaktan haberdardı ve daha evvelki başarısız ittifak denemelerinden sonra bu ittifakı gerçekleştirebilirse memlekete büyük hizmeti olacağını padişaha söylemiştir. Talat Paşa gizli ittifak hakkında hatıralarında şunları yazar; “ Bu sırada Sadrazam Said Halim Paşa bir gün sefir Von Wangenheim‟in  Almanya‟nın Türkiye ile müsavi şartlar hakkında bir ittifak akdetmek etmek istediğini kendisine açmış olduğunu bize bildirmek üzere Enver Paşa’yı ve Halil Bey’i ve beni yanına çağırdı. Bizim noktai nazarımızı sordu. Hepimiz şu kanaatteydik ki mevcudiyetimizi muhafaza için Türkiye’nin böyle bir Avrupa devleti ile ittifakı elzemdir. Türkiye ancak ilim sanat, sanayii ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımı ile kendi mevcudiyetini ve terakkisini temin edebilir… Sadrazam bu meseleyi gizli tutmamızı rica etti. Henüz resmi ve muayyen teklif olmadığından diğer arkadaşlara hiçbir şey söylememesini istedi. Biz derhal bu teklifin bir harp tehlikesinden doğmuş olduğunu anladık… Bizim düşüncemiz, bir umumi harbin çıkmayacağı ve bu ittifaka girmekle devletimizi her türlü tehlikeden korumuş olacağı merkezinde idi.’’

 

Almanların ittifak anlaşması imzalanmasından önce üzerinde önemle durdukları bir konu, Alman subaylarının Osmanlı ordusunda etkili bir görev almalarıydı. Wangenheim, 27 Temmuz, Alman Başbakanı 1 Ağustos tarihli telgraflarında bunun önemli bir anlaşma şartı olduğunu belirttiler. Konu ile ilgili görüşmeler Enver Paşa, Liman Von Sanders ve Wangenheim arasında yapılır. Sanders görüşmelerin sonuçlarını hatırlarında şöyle anlatır: “Eğer askeri heyet Türkiye‟de kalırsa ve Türkiye de savaşa girerse, Alman subayları savaşın yürütülmesinde gerçekten etkili olacak makamlara getirilmelidirler, dedim. Bunun üzerine askeri heyet hakkındaki bu teklif tereddüde yer bırakmamak için Fransızca olarak şu şekilde ifade edildi: (influence effective sur la Conduite generale de I) ordunun genel yönetiminde etkili nüfuz.” Bu ifadeler anlaşma şartlarının ne kadar ağır olduğunu açıkça gösterir. Antlaşmanın şartları Almanya tarafından kabul edildikten sonra 2 Ağustos 1914’te gizli savunma ittifakı anlaşması imzalanmıştır. Her iki devlet, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşmazlıkta tarafsız kalacak, Rusya, Avusturya-Macaristan aleyhine fiilen askeri tedbirlerle müdahale ederek, Almanya‟nın savaşa girmesini zorunlu kılarsa, bu husus Türkiye‟nin savaşa girmesi için geçerli bir sebeb sayılacak, Savaş halinde Alman ıslah heyeti Türkiye emrinde kalacaktır. Buna karşılık Türkiye„de ıslah heyetine, Harbiye Nazırı ile ıslah heyeti reisi arasında doğruca karalaştırılan esaslara dayanarak ordunun sevk ve idaresi hususunda fiili bir nüfuz vermeyi temin eder.

 

Bir tehlike anında Almanya Osmanlı topraklarını savunmayı taahhüt eder, Her iki imparatorluğu şu andaki savaştan doğacak ihtilallere karşı korumak amacıyla imzalanmış olan bu anlaşma aşağıda imzası bulunan temsilciler tarafından imzasını takiben yürürlüğe girecek ve karşılıklı taahhütlerle 31 Aralık 1918 tarihine kadar hükmünü devam ettirecektir,  Yukarıda tespit edilmiş olan tarihten 6 ay evvel her iki taraftan herhangi biri tarafından bir ihbar yapılmadığı takdirde antlaşmanın hükmü yeniden beş sene yürürlükte kalacaktır, Bu andlaşma haşmetlü Almanya İmparatoru ile Prusya kralı hazretleriyle, Osmanlı devleti tarafından tasdik edilecek ve tasdikli nüshaları imza tarihinde itibaren bir ay zarfında teati olunacak, Bu andlaşma gizli tutulacak ve ancak iki tarafların anlaşmasıyla yayınlanabilecektir.

 

Bu andlaşma kabineye ancak 4 Teşrinievvel 1330 (17 Ekim 1914) tarihinde getirilir ve Sadrazam Said Halim Paşa, Şeyhülislam Hayri Efendi, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dâhiliye Nazırı Talat Bey, Adliye Nazırı İbrahim Bey, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Maliye Nazırı Cavit Bey, Bayındırlık Nazırı Çürüksulu Mahmut Paşa, Ticaret ve Ziraat Nazırı Süleyman Elbüstani Bey, Posta Telgraf Nazırı Oskan Efendi ve Maarif Nazırı Şükrü Bey tarafından imzalanmıştır.

 

Osmanlı Devleti‟nin sonunu ve Milli Türk tarihinin başlangıcını simgeleyen Türk Alman İttifakı anlaşması ile ilgili olarak Enver Paşa, Amerikan elçisi Henry Morgenthau’ya; “Türkler ve Almanlar yalnızca hatır uğruna ittifak anlaşması yapmış değiller biz onlarla birlikteyiz. Çünkü ilgi alanımıza giriyorlar, onlar da bizimle birlikteler çünkü bizde onların ilgi alanına giriyoruz. Almanya fayda gördüğü sürece Türkiye’yi destekleyecektir. Aynı şekilde Türkiye‟de fayda gördüğü sürece Almanya’yı destekleyecektir’’ demiştir. Ve anlaşma yani Türk-Alman ittifakı 2 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul sefiri Wangenheim ile Said Halim Paşa arasında paşanın Yeniköy’deki köşkünde imzalanmıştır.

 

DİĞER İTTİFAK GİRİŞİMLERİ VE TARAFSIZLIK GİRİŞİMLERİ

 

Osmanlı Devleti’nin çıkacak olan yeni savaş için en büyük korkusu yalnızlıktı. Osmanlı için tarafsız kalmak demek bu yalnızlığı pekiştirmek ve kolay lokma olmak demekti. Özellikle Osmanlı Devleti tek başına tek başına sağlam ve emin bir duruş sağlayamayacağı gibi, çıkacak olan savaşta kolay lokma olmamak için sırtını dayayabileceği büyük ve güçlü bir müttefike ihtiyaç duymaktaydı. En büyük soru bu müttefik kim olacağına yönelikti. Bu sorunun cevabını yapılan ittifak girişimlerinden alınacak olan sonuç belirleyecekti.  Osmanlı için yapılan tek ittifak girişimi sadece Almanlarla sınırlı değildi. Balkan Savaşlarından yorgun çıkmış Osmanlı Devleti; İngiltere, Fransa ve Rusya gibi büyük devletler için ölümü beklenen hasta bir ihtiyar demekti.

 

Dediğimiz gibi, Osmanlı Devleti eğer ki çıkacak olan savaşa katılırsa ya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya’nın; ya da İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan karşı bloğun yanında olacaktı. Osmanlı’nın yapacağı ittifakı belirleyecek en önemli şey tarih ve ortak geçmişti. İtilaf kanadıyla yapılacak olan ortaklık neredeyse Kaf Dağı’nın arkasındaydı. İngiltere dönemin en büyük sömürge kolonilerine sahipti. Ortadoğu’daki zengin bölgeleri de kolonilerine ekleyerek Almanya üzerindeki üstünlüğünü pekiştirmek niyetindeydi. Osmanlı Devletinin Ortadoğu’daki topraklarından vazgeçmek istememesi doğal olarak bu iki devleti de karşı karşıya getiriyordu. Zaten Osmanlı Devleti 1914 yazından parasını ödeyerek İngiltere’ye sipariş ettiği iki savaş gemisini de alamayınca işi iyiden iyiye zora girdi.

 

1768-1774, 1828-1829 ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları zaten çok uzakta görünen Osmanlı-Rus ortaklığını daha da uzağa itiyordu. Zaten Birinci Dünya Savaşının sadece bir yıl öncesinde biten Balkan Savaşlarında da Rusya açıkça Bulgaristan’ı ve Sırbistan’ı desteklemekten geri durmamıştı. Ayrıca Rusya’nın Anadolu’daki Ermeni nüfusunu Osmanlı’ya karşı kışkırttığı açık ve net bir şekilde ortadaydı.Tüm bunlar yetmezmiş gibi Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası da bu ittifakı zorlaştıran bir başka etkendi. Fakat denemeye değerdi. Talat Paşa Türk-Rus dostluk heyeti adına 10 Mayıs 1914 tarihinde Kırım Livadya’da bizzat Rus Çarı II. Nikolay ile görüştü. Fakat bu görüşmeden olumlu bir sonuç çıkmadı. 4 Ağustos tarihinde de Enver Paşa İstanbul’daki Rusya Askerî Ateşesi General Leontiyev ile görüştü. Görüşmede alınan silahlı seferberlik kararının bir ihtiyat tedbiri olduğu, 5-10 yıllık bir ortaklığın iki ülkenin de çıkarına olduğu, Osmanlı’nın Kafkasya’da sığınak yapmayacağı ve Rusya’nın Balkanlar’daki çıkarlarına aykırı hareket etmeyeceği uzun uzadıya vurgulandı. Enver Paşa’nın bu istekleri Saint Petersburg’a iletildi. Fakat Rusya’dan olumsuz yanıt gelince zaten uzak ihtimal olan bu ittifak girişimi başarısızlığa uğradı. Öte yandan Maliye Nazırı Cavit Bey sırasıyla Viyana, Berlin, Londra ve Paris’e giderek buralarda ittifak arıyordu. O da istenen sonuca erişemedi.

 

Bu kanada sokulmanın tek bir yolu kalmıştı, o yol da Paris’ten geçiyordu. Dönemin Bahriye Nazırı Cemal Paşa Türkiye’nin ittifak için tek şansının Almanya olduğunu düşünenlerden değildi. Cemal Paşa’nın önderliğinde kurulan Fransa-Türk Dostluk Cemiyeti, Osmanlı’nın kullanabileceği küçük bir koz konumundaydı. Temmuz 1914’de Cemal Paşa yaklaşmakta olan savaş öncesi Fransa’ya gitti. En azından orada bir ittifak çaresi arandı. Fakat Fransa’dan da olumlu bir sonuç alınamadı. Kimsenin Balkan Savaşlarında tarihinin en ağır mağlubiyetlerinden birini alan Osmanlı Devletini yanında görmeye niyeti yoktu. Osmanlı Devleti İngiltere ve Rusya için bir külfet ve çıktıkları yolda onları yavaşlatacak bir yükten başka bir şey ifade etmiyordu.

 

SULTAN OSMAN – REŞADİYE GEMİLERİ İLE GOEBEN VE BRESLAU’NUN OSMANLI’YA  KATILMASI

 

Osmanlı Devleti’nin seferberlik ilan ettiği sırada, İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’nin ısmarladığı Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyduğu görülmüştür. Son taksidi bile ödenen Sultan Osman dretnotuna ne Türk bayrağı çekilmiş ne de gemilerin bedeli İngilizlerce Osmanlı Devletine geri ödenmiştir. İngiltere bu kararı verdiği nde ne seferberlik ne de savaş ilan edilmişti. Osmanlı Devleti’nde bu yüzden hiddet ve öfke uyanmıştır. Osmanlıların bu ruh hali Almanlar tarafından derhal değerlendirilmiştir. Osmanlıya emrivakiler karşısında bırakmak için ellerine fırsat geçmiştir. Bu sıralarda Almanya’nın Akdeniz filosu komutanı olan Amiral Souchon komutasında bulunan Goeben ve Breslau Fransa’nın Kuzey Afrika’dan asker sevkıyatını önlemekle görevlendirilmiştir.

 

Alman-İngiliz savaşı başladığı zaman Akdeniz’deki üstünlük İngiltere’nin elinde olduğu için, bu gemilerin Akdeniz‟de tutunması mümkün değildir. Bunlara Cebel-i Tarık yolu kapanmıştır. Otronto Boğazı da İngiliz filosunca tutulmuş olduğu için Avusturya’ya sığınması imkânsızdır. Öte yandan Alman Büyükelçisi Wangenheim’in Goeben ve Breslau’ın Türk donanmasına karşı kullanılması düşüncesini reddeden Kayzer, Türk- Alman ittifakı imzalanınca Goeben ve Breslau’ın İstanbul’a gitmesi için emir verilmiştir. Wan genheim Berlin’e çektiği telgrafta; Alman ve Avusturya gemilerinin hiçbir zorlukla karşılaşmadan geçebileceklerini, çünkü gerekli iznin Enver Paşa tarafından Çanakkale Askeri makamlarına verildiğini, Sadrazamın ise Bulgaristan’la henüz durum düzelmeden böyle bir emrin verilmesinden kaygılı olduğunu bildirmiştir. Hâlbuki Sadrazam Divan-Ali’deki sorgulamasında bu gemilerin harekâtından haberi olmadığını söylemiştir.

 

Peki bu duruma nasıl gelinmişti? Osmanlı Devleti Balkan Harbine son derece zayıf bir donanma ile girmişti. Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşlarındaki deniz muharebelerinde başarısızlığın asıl nedeni Yunan Deniz Kuvvetlerinin Averof adındaki bir zırhlıya sahip oluşundan ötürüydü. Averof zırhlısı Balkan Savaşlarında Osmanlı donanmasını neredeyse tek başına ekarte etmiş, dönemin imkânlarına göre son derece yüksek teknolojiye sahip bir Yunan zırhlısıydı. Aslında Osmanlı donanması daha 1909 yılında Averof zırhlısını kendi deniz gücüne katmaya çalışmıştı ama muvaffak olamadı. Ardından Yunanistan şansını denemeye kalktı ve zırhlıya talip oldu. Mısır doğumlu bir Rum zengini olan Georgi Averof, ismini taşıyan vakfı aracılığıyla Yunan hükümetine 8 milyon drahmilik bir yardımda bulundu. Nihayet Yunan hükümeti Georgi Averof’un büyük yardımlarıyla 24 Milyonluk parayı biriktirdi ve 30 Ekim 1909 tarihli mukavele ile zırhlıyı donanmasına kattı. Yunanlılar bu bonkör iş adamının ismini yeni zırhlılarına verdiler. Averof zırhlısı… Averof’un Yunan donanmasına katılmasıyla birlikte Ege’deki Osmanlı üstünlüğü büyük bir tehdit altına girmişti.

 

1911 senesinde İngiltere’nin Elswick şehrindeki Vickers şirketine Reşadiye adlı bir dretnot yapılması için 2.304.712 lira karşılığında sipariş verdi. 14 Eylül 1911 tarihinde inşasına başlanan geminin parası peşin ödenip, 1914 yılı ortalarında tamamlanıp Osmanlı bahriyesine teslim edilmesi üzerine mutabakata varıldı. Nitekim Reşadiye’nin yapımı bitmeden Balkan Harbi başladı ve 16 Aralık 1912 ile 18 Ocak 1913 tarihli İmroz ve Mondros deniz çarpışmalarında Averof zırhlısı Osmanlı deniz gücü karşısında ezici bir üstünlük sağladı. Bu ezici Yunan üstünlüğü Osmanlı hükümetini tekrardan harekete geçmeye zorladı. Zaten zor durumda olan Osmanlı ekonomisi bir fırsat arıyordu ki, aranan fırsat dünyanın öbür ucundan geldi. 1906 yılında Brezilya tarafından İngiltere’nin New Castel şehrindeki Armstrong şirketine, Rio de Janerio adlı bir savaş gemisinin yapılması için sipariş verilmişti. Brezilya, maddi imkânsızlıklar karşısında ödemeyi taahhüt ettiği bedeli İngiltere’ye ödeyemedi ve İngiltere, Rio de Janerio’yu Brezilya hükümetine teslim etmeme kararı aldı. Boşta kalan gemiye Osmanlı hemen talip oldu ve kalan taksitlerini ödemeyi taahhüt ederek gemiyi donanmasına kattı. Devamında gelişen süreçte bu gemiye Sultan Osman ismi konması kararlaştırıldı. Hem Reşadiye hem de Sultan Osman adındaki iki gemi 1914 ortalarında Osmanlı’ya teslim edilecekti. Sadece Reşadiye’nin bedeli 2 milyon 300 bin İngiliz lirası ödenmişti. Bu bedelin büyük bir kısmı ise bizzat halktan toplanan yardım gelirleri ile sağlanmıştı.

 

Osmanlı kamuoyu 1914 yılında Sultan Osman’ını ve Reşadiye’sini bekliyordu. Sultan Osman ve Reşadiye’yi kullanabilecek Osmanlı mürettebatının yetiştirilebilmesi adına Alman Amiral Limpus önderliğinde bir eğitim programı hazırlandı. Hatta öyle ki Sultan Osman’ın yurda giriş yapacağı rota dahi belirlenmiş, ülkeye yolculuğu sırasında muhtemel bir saldırıya uğramaması adına gerekli tüm önlemler alınmıştı. Sultan Osman dretnotunu ülkeye getirmesi adına Rauf (Orbay) Bey komutasında bin kişilik bir heyet İngiltere’ye gitti. 2 Ağustos 1914 günü tertip edilmesi planlanan sancak çekme töreninden sadece yarım saat evvel İngiltere Sultan Osman dretnotuna el koyduğunu açıkladı. Sultan Osman ve Reşadiye gemileri ufukta görünen savaşta İngiltere donanmasına karşı kullanılma riski barındırıyordu. Bundan ötürü aynı hadise Reşadiye’nin da başına gelecekti. Osmanlı’nın parasını ödediği halde donanmasına katamadığı iki gemi, İngiltere ile Osmanlı’nın arasının iyiden iyiye açılmasına sebep oldu.

 

GOEBEN VE BRESLAU’NUN OSMANLI’YA KATILMASI

 

SMS Goeben ve SMS Breslau adlı iki Alman kruvazörü, İngiltere’nin ve Fransa’nın Kuzey Afrika kıyılarındaki faaliyetlerini kontrol etmesi için 1912’de Amiral Souchon komutasında Akdeniz’e gönderilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışı sonrasında 4 Ağustos 1914 tarihinde Fransız sömürgesi olan Kuzey Afrika’daki Bone ve Philippeville sahillerine saldıran bu iki savaş gemisi, bir vur kaç hareketi tertip ederek İtalya’nın Menissa şehrine doğru yöneldi. İngiliz Birinci Filo Komutanı Amiral Ernest Troubridge önderliğinde bombalamadan sonra ricat eden Goeben ve Breslau takip edildi. HMS Indomitable ve HMS Indefatigable adlı iki İngiliz savaş gemisi Goeben ve Breslau ile kısa süreli bir temas sağladı. Fakat dönemin İngiltere Deniz Bakanı Winston Churcill, Amiral Troubridge ve Amiral Milne’ye sıcak çatışmadan kaçılması yönünde emir verdi. İngiliz, Fransız ve Yunan yetkililer birbirlerine karşılıklı istihbaratta bulundular. Artık temel kanı gemilerin Çanakkale’ye doğru yol alacağı yönündeydi. 5 Ağustos gecesinde Menissa’dan yapılan yakıt ikmalinin ardından Adriyatik üzerine doğru yol alan Goeben ve Breslau gemilerine 2 Ağustos 1914 tarihli Türk-Alman ittifakı haber verilerek Çanakkale yönüne sapmaları istendi. Bununla birlikle 6 Ağustos sabahında ani bir rota değişikliği yaparak Çanakkale istikametine doğru yön değiştirildi.

 

Öte yandan İstanbul’da da hareketli saatler yaşanıyordu. Goeben ve Breslau’nun Menissa boğazını geçmesiyle, İstanbul’daki Rus büyükelçi Mikhail Nikolayevich von Giers, Sadrazam Said Halim Paşa’ya yaklaşmakta olan iki Alman dretnotunun boğazlardan içeri alınmaması yönündeki isteğini iletmişti. Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Hans von Wangenheim ve Alman Askerî Heyet Başkanı Liman von Sanders bir üçlü toplantı tertipleyerek Goeben ve Breslau’nun ne olacağı yönünde mutabakata varmaya çalıştılar. Verilen karar doğrultusunda iki geminin Çanakkale Boğazından içeri alınmasına karar verildi. 7 Ağustos gecesinde Liman von Sanders’den Çanakkale Müstahkem Mevkiler Kumandanı Erich Paul Weber’e Çanakkale’ye gelmesi muhtemel Goeben ve Breslau gemilerinin boğazdan içeri alınması yönünde emir gönderildi.

 

Enver Paşa’nın 8 Ağustos 1914 tarihli Çanakkale Boğazının açılması emri üzerine 10 Ağustos 1914 tarihinde akşamüzeri 17.00’da Kütahya torpibotu kılavuzluğunda Seddülbahir’den içeri alındı. Goeben ve Breslau gemileri 11 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’a vardılar. Kaderin cilvesi ki, 2 Ağustos tarihinde Sultan Osman ve Reşadiye adlı iki gemisinin kendi donanmasına katılamayışından ötürü kahrolan Osmanlı hükümeti, olaydan sadece dokuz gün sonra İstanbul’da iki Alman kruvazörüne ev sahipliği yapıyordu. Rusya, İngiltere ve Fransa bu iki geminin derhal sınır dışı edilmesini talep ederek, aksi bir durumun Osmanlı’yı karşılarına almak için yeterli olacağını bildirdiler.

 

2 Ağustos 1914 tarihli Türk-Alman ittifakı, gizli bir anlaşma neticesinde vücut bulmuştu. Yani Osmanlı Devleti o dönemde tarafsız bir izlenim oluşturma peşindeydi. Fakat Goeben ve Breslau’nun Çanakkale’ye alınması Osmanlı’nın ortaya koymaya çalıştığı tarafsız ülke izlenimini sekteye uğratıyordu. Osmanlı hükümeti Yavuz ve Midilli’nin Çanakkale Boğazından içeri alınmasının ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu, Osmanlı’nın üçlü ittifakı karşısına alması demekti.

 

Parası ödendiği halde İngiltere tarafından teslim edilmeyen Sultan Osman ve Reşadiye adlı iki savaş gemisi Osmanlı hükümetinin çok canını sıkmıştı. Osmanlı Devleti İngiltere’den alamadığı gemileri bahane göstererek Goeben ve Breslau adlı iki savaş gemisinin toplamda 80 milyon mark karşılığında 16 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı donanmasına katıldığını açıklayacaktı. Gemilerden Goeben’e Yavuz; Breslau’ya ise Midilli isimleri kondu. Gemileri kullanacak mürettebat konusunda da sıkıntı yaşanmadı. Amiral Wilhelm Souchon Osmanlı Bahriyeli üniforması giydirilerek yeni adıyla Yavuz ve Midilli’nin kaptanı oldu. Gemilerin güvertelerine Türk bayrağına çekildi. 9 Eylül 1914 tarihinde Amiral Souchon, Yavuz, Midilli, Hamidiye, Mecidiye, Berk-i Satvet,  Peyk-i Şevket, Yadigar-ı Millet ve Taşoz isimli sekiz savaş gemisinden oluşan muharip filonun başına getirilerek Donanma Birinci Kumandanı oldu.

 

SAVAŞA GİRİŞTE EN ÖNEMLİ HADİSE; RUS LİMANLARININ BOMBALANMASI

 

Bilindiği üzere Rus Limanlarının bombalanması Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşına sokan en önemli hadisedir. Bu bombalama, evvelinde tertip edilen çok sayıda hazırlık neticesinde gerçekleşmiştir. Bu hazırlıklar daha Ağustos ayında başladı. Alman denizcilerden Amiral Guido von Usedom ve Amiral Johannes Merten’in başında bulunduğu, 15 subay ve 281 astsubaydan olan bir Alman askerî heyeti boğazların tahkimatında görevde bulunmak için 29 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’a geldi. 9 Eylül 1914 tarihinde Amiral Wilhelm Souchon Donanma Birinci Kumandanlığına getirildi ve eski Donanma Birinci Kumandanı Yarbay Arif Bey Donanma İkinci Kumandanlığına tayin edildi. Amiral Souchon komutasında 27 Ağustos 1914 tarihinde Küçükçekmece açıklarında toplanan Osmanlı donanması on beş gün boyunca Marmara Denizinde bir dizi manevra ve askerî tatbikat tertip edildi. 14 Eylül’de ise Heybeliada’da resmî bir geçit töreni yapıldı. Sultan Mehmet Reşat’ın da katıldığı bu geçit töreninde top atışları yapılarak Padişah selamlandı. Resmî geçit töreninin bir hafta sonrasında Amiral Souchon’un yoğun ısrarları karşılık buldu ve 21 Eylül 1914 tarihinde Amiral Souchon Karadeniz’de ilk askerî tatbikatı gerçekleştirildi.

 

Ekim ayı itibariyle Alman baskıları arttı. Osmanlı’nın bir an önce savaşa dahil olması gerektiği söyleniyordu. Enver Paşa, Wangenheim ve Amiral Souchon, bir araya gelerek Karadeniz baskınına karar verdiler. 22 Ekim tarihinde Amiral Souchon’a verdiği yazılı emirde, “Donanmay-ı hümayun Karadeniz’de hâkimiyet-i bahriyeyi kazanacaktır. Bunun için Rus filosunu arayarak nerede bulur iseniz ilan-ı harp etmeden ona hücum ediniz.”  diyen Enver Paşa, 24 Ekim’de ise Alman elçisi Wangenheim, Sadrazam Said Halim Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşalar ile savaşa girme konusunda mutabakata vardılar. 27 Ekim tarihinde Yavuz, Midilli ve Hamidiye kruvazörleriyle, Berk-i Satvet, Peyk-i Şevket kruvazörü ve Gayret-i Vataniye, Muavenet-i Milliye, Taşoz muhribi, Samsun ve Nilüfer mayın gemileri Karadeniz’e açıldı. 29 Ekim gecesinde artık hedef Rus limanlarının baskın harekâtıyla bombalanmasıydı. “Enver Paşa bayramdan bir önceki gün İstanbul Boğazı’nın birkaç mil açığında bizim gemilerle Rus donanmasına ait gemiler arasında bir hadise olduğunu, ancak henüz ayrıntılı bilgi alınamadığını haber verdi. Bir saat sonra da Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın hadiseyle ilgili rağoru elimize ulaştı. Raporda, Yavuz ve Midilli’den oluşan Osmanlı filosunun, Boğaz’ın girişine mayın döşemekle meşgul bir Rus filosuyla karşılaştığını yazıyordu. Rus filosu, mayın döşeme işine son vererek çekilmesini isteyen Amiral Souchon’a gemilerimize açtıkları ateşle cevap vermişti. Yavuz ve Midilli’de mukabele etmişler ve bunu, filomuzun Boğaz’a dönmeden önce Rus filosunu Sivastopol’e kadar kovalamak ve bu mustahkem limanı bir süre bombalamak zorunda kaldığı bir savaş izlemişti.” Karadeniz Baskını dört ana grup halinde gerçekleştirildi. İlk saldırı noktası Odessa idi. Saldırlar Binbaşı Madlung komutasındaki Gayret-i Vataniye ve Yüzbaşı Firle komutasındaki Muavenet-i Milliye muhripleri tarafından gerçekleştirildi. Gemiler limanlara sokulurken Rus bayrağı taktılar ve Rusça parola verdiler. Gayret-i Vataniyye’nin attığı ilk torpido ile Donetz gambotu batırıldı. Muavenet-i Milliye ise Kubenetz gambotuna ateş açtı ve çok büyük bir hasar verdi. Sahilden karşılık verilmesinin üzerine Bu iki gemi geri çekildi. İkinci noktası ise Midilli kruvazörü ve Berk-i Satvet’in baskınıyla topa tutulan Novorosski oldu. Berk-i Satvet liman önüne vardığında direk olarak bombalamaya başladı, o esnada ise Midilli Kruvazörü 29 Ekim’de saat 06.00 sularında Kerç Boğazı önüne 60 mayın döktü. Devamında ise Berk-i Satvet geri çekilerek bombalamayı Midilliye devretti. Bu saldırı sonucunda yedi Rus savaş gemisi ciddi şekilde zarar uğramış, Jalta ve Kazbek gemileri batmış, 50 petrol deposu tamamen etkisiz hale getirilerek çok sayıda hububat deposu ve haberleşme aracına da zarar verilmişti.

 

Üçüncü noktada da Binbaşı Vasıf Bey ve Binbaşı Kottwiz komutasındaki Hamidiye Kruvazörü tarafından Kefe bombalandı. Bu saldırı esnasında da Nikolay ve Şura adındaki iki vapur batırıldı. Dördüncü ve son saldırı ise Sivastopol’a gerçekleşti. Yavuz dretnotu, Taşoz muhribi ve Samsun mayın gemisinin tertiplediği saldırı neticesinde Konstantin tabyası, tersane ve şehir limanı hedef alınarak, şehrin birçok yerinde yangınlar çıkarılmıştı. Yapılan tüm taarruzlar başarılı bir şekilde gerçekleşmişti.  Marmara Denizi’nde Karadeniz baskını öncesinde gerçekleştirilen atış talimleri, manevralar ve gece tatbikatları sayesinde Karadeniz baskını gayet başarılı bir şekilde tertip edilmişti. Baskın esnasında Osmanlı donanmasında batan hiçbir gemi olmadı. Karadeniz Baskını Osmanlı’yı kesin olarak savaşa sokan bir hadiseydi. Baskının hemen sonrası 1 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya karşı savaş ilan etti.  Osmanlı’nın Savaş ilanı Almanya’da mutlulukla karşılanır. Rusya Osmanlı’ya Savaş ilanından bir hafta sonra 1 Kasım 1914 tarihinde Azap ve Köprüköy üzerinden Osmanlı’ya saldıracaktı. Böylelikle Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti adına karada da başlamış oldu.

 

Savaş ilanından hemen sonra 11 Kasım 1914 günü Şeyhül İslam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi tarafından Cihâd-ı Mukaddes fetvası yayınlandı. Fetva üç gün sonra Fatih Cami avlusundan halka okundu. Fetva İslam dünyasının tamamına hitap edilebilmesi için Arapça ve Farsça’ya da çevrildi. Dönemin gazeteleri ve dergileri fetvaya kapaklarında yer verdiler. Fetvanın temel mesajı İslam dünyasına kast etmiş Rusya, İngiltere, Fransa, Karadağ ve Sırbistan’a karşı cihada çağırmaktı. Fetva Kur’an ayetleriyle desteklenmişti. Sultan Mehmet Reşat tarafından da orduya bir Cihad-ı Ekber Hattı Hümayun’u yayınlandı.

 

SONUÇ

 

Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’na katılarak, kaderini silahlarına bağlamış ve bu karar ile uluslar arası nazarda, şüphe götürmeyecek önemli sonuçlar doğurmuş olsa da, onu böylesiönemli ve bir o kadar da istisnai bir karar vermeye sevk eden sebepler henüz yeterince bilinmemektedir. Bu durum, Türkiye’nin düşmanlarının ve onun savaşa girmesini istemeyenlerin bu ülkeyi ve o dönemin yöneticilerini her türlü kötülük ve cinayetle işlerine geldiği şekilde suçlamalarına imkan vermiştir. Türkiye savaş konusunda herkes tarafından suçlanmakta ve mağluplar kadar galiplerin de yıkımıyla sona eren bu devasa savaşa katılan milletlerin yegane olmasa da en suçlusu olarak görülmektedir.

 

Oysa; Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi, çıkışı olmayan bir yol gibiydi. Hinterlandı nedeniyle savaşa girmemesi düşünülemezdi. Çünkü; Osmanlı Devleti savaşın esas öznesiydi. Yüzyıllardır Türkleri Avrupa’dan kovmak isteyen batı için adeta bir fırsattı. Son darbeyi vurma, yok etme isteğiydi. Ve zaman işte tam da bu zamandı. İtilaf veya ittifak devletleri fark etmiyordu. Özellikle İtilaf devletlerinin en büyük temsilcisi İngiltere Osmanlı’dan gelen tüm tekliflere olumsuz cevap veriyor, Osmanlı Devleti’ni adeta savaşa sürüklüyordu. Almanya ise Osmanlı Devleti’ni sevdiği ya da desteklediği için değil, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yeni cepheler açmak için Osmanlı Devleti’ni yanına almayı istiyordu. Ayrıca, Osmanlı’nın neden Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa dahil olduğu sık sık sorgulandı. Dönemin önemli komutanlarından Ali İhsan Paşa bunu net bir şekilde ifade ederek, Çarlık Rusya’sının bizim aleyhimizde beslediği hasmane emeller bizim bu harpten hariç kalmamıza imkan vermiyordu demişti. Çarlık Rusya’nın karşısında ise o zaman Almanya vardı. Osmanlı Rus yayılmacı politikasına karşı, mecbur kalarak Almanya ile birlikte hareket etti. Kazım Karabekir de Ali İhsan Paşa gibi, Rusların tarihi emelleri olan İstanbul ve Boğazları ele geçirme düşüncesidir diyordu. Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan 1923 tarihli meclis konuşmasında ise Harb-i umumiye iştirak etmemek en iyi arzu idi; fakat buna imkan-ı maddi mevcut değildi. Bundan başka silahlı bir bitaraflığın idaresi için paramız, silahımız, sanayimiz hülasa lazım olan vesaitimiz mevcut değildi, diyerek Devlet-i Osmaniye’nin savaşta bi-taraf kalmasının imkânsız olduğunu belirtiyordu. Said Halim Paşa’ya da göre de tarafsızlık yalnızlık demekti.

 

Tüm bu bilgiler ışığında Osmanlı’nın nasıl paylaşılacağının düşünüldüğü böyle bir dönemde tarafsızlık veya savaşa girilmemesi ihtimal dahilinde değildi. Kader ağlarını örmüştü. Tarihsel süreçte çoğu zaman İngiltere ve Fransa ile çeşitli tavizlerle anlaşan, borç alan  Osmanlı Devleti, savaşa yakın dönemlerden itibaren çeşitli mecburiyetler sonucunda Almanya ile aynı frekanslarda hareket etmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girerken, yeni bir ülkenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin de temelleri bilmeden de olsa atılmaya başlanmıştı.

 

KAYNAKÇA

 

Kitaplar

Arslan, Emir Şekip, Bir Arap Aydınının Gözüyle Osmanlı Tarihi ve 1. Dünya Savaşı Anıları, İstanbul, Çatı Kitapları, 2005, s. 324.
Aydemir, Şevket Süreyya, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, İstanbul Remzi Kitabevi, s. 559
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, cilt 1, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2011.
Bardakçı, Murat, Enver, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s. 131.
Bolayır, E, TalatPaşa’nın Hatıraları, İstanbul, Güven Basımevi, 1946, s. 24
Bölükbaşı, Necati, Tarihin Arka yüzündeki Sarıkamış Harekâtı, İstanbul, Bilge Kültü Sanat, 2014, s. 25.
Cemal Paşa, Anılarım 1913-1922, İstanbul, Paraf Yayınları, 2010.
Çifci, Erhan, Kut Almış Ordunun Zaferi, Kutü’l-Amare, İstanbul, Timaş Yayınları, 2017, s. 15.
Erickson, J. Edward, I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu, Çev. Kerim Bağrıaçık, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul,   2009.s.13,14.
Gündoğdu, Abdullah, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı, Osmanlı Devleti Umumi Harpte Bî-Taraf Kalabilir miydi? İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2010
İnönü, İsmet, Hatıralar: Birinci Dünya Harbi, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, 1999, s. 15.
Karabekir, Kazım, 1. Cihan Harbine Neden Girdik? I-II, İstanbul, Yakın Tarih Serisi, 1994, s.74
Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.9, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 404.
Menteşe, H. Anılar.Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, s.188
Mutluçağ, H, Sovyet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksim Planı, İstanbul, Gün Matbaası, 1972, s. 94
Niccolle, David, Osmanlı Piyadesi 1914-1918, Çev. Osman Çakmakçı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010
Said Halim Paşa, Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Kronik Yayınları, 2019, s.14
Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, İstanbul, İz yayıncılık, 1991.
Sanders, Liman von, Türkiye’de Beş Sene, İstanbul, Yeditepe Yayınevi, 2007, s. 44.
Saygılı, Hasip, Osmanlı’nın Son 40 Yılında Rumeli Türkleri ve Müslümanları, İstanbul, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 2016,  s.164,165.
Saygılı, Hasip, Balkan Harbinde Neden Mağlup Olduk?, İstanbul, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 2016.
Ponting, Clive, Dünya Tarihi, Çev. Eşref Bengi Özbilen, Alfa Yayınları, 1.Basım, İstanbul, Mayıs 2011.s.666
Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984,112
Yalman, A.E.,Yakın Tarihte Gördüklerim ve İşittiklerim. I, İstanbul, Rey Yayınları, 1970, s.213
Yıldız, Gültekin, Osmanlı Askerî Tarihi, İstanbul, Timaş Yayınları, 2017, s. 300.

 

Makaleler 

Alkan,  Necmettin, “Kaiser II. Wilhelm’in 1898 Şark Ziyareti”, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, 31. Sayı, gezisi 33

Atabay, Mithat, “Osmanlı İmparatorluğu Hizmetinde Breslau (Midilli) Kruvazörü”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 2015, s. 119.
Ayaydın, Rıdvan, “Cihad-ı Ekber ve Sahadaki Etkileri”, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Etkileri, 2015, s. 67.

Bakar, Bülent, Goben ve Breslau Gemilerinin Gelişinden Karadeniz Hadisesi’ne Savaş Algısı, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Dergisi, cilt 112. 2016
Karaca, Taha Niyazi, “Goeben ve Breslau’nun Kaçışı: Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Giriş Öyküsü”, Tarih Bilinci Dergisi, Ağustos 2014.
Mercan, Evren, “Osmanlı’nın Son Meydan Okuması: Yavuz ve Midilli”, Harp Tarihi Dergisi, sayı 20, s. 85.

Toprak, Zafer, “Osmanlı Donanması, Averof Zırhlısı ve Ulusal Kimlik,” Toplumsal Tarih Dergisi, sayı 113, Mayıs 2003, s.3.

Tuna, Ozan, “Amiral Souchon’un Donanma Komutanı Olması ve Rus Limanlarının Bombalanması”, OTAM, 2014

Uzman, Nasrullah, Birinci Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Devleti ve Rusya’nın Yakınlaşma Çabaları, II. Uluslar arası Kafkasya Tarih Sempozyumu, Kars, 2008

Yıldız, Gültekin, “Türk-Alman Askerî İttifakı Silah Arkadaşlığı mı Menfaat ortaklığı mı?”, Derin Tarih dergisi, Özel Sayı

 

Tezler

Çetinkaya, S, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşina Girişi, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi   Enstitüsü,Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1995,

Karabulut, Irmak, İngiliz Arşiv Belgelerine Göre: Birinci Dünya Savaşı’nda Goeben/Yavuz ve Breslau/Midilli Gemileri (Yüksek Lisans Tezi) İzmir, 2014.
Kaşıyuğun, Ali, Enver Paşa’nın Orduyu Islah Çalışmaları 1914-1918, (Yüksek Lisans Tezi), Hatay, 2009.
Özçelik, Mücahit, Türk Basınında Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına Giriş Süreci, Ankara, (Master Tezi) 2006.

 

 

  • Site İçi Yorumlar

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.