Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Zaten bir üyeliğiniz mevcut mu ? Giriş yapın
Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Üyelerimize Özel Tüm Opsiyonlardan Kayıt Olarak Faydalanabilirsiniz
DÖNÜŞEN ULUSLARARASI SİSTEM TÜRKİYE’Yİ YÜKSELEN DİPLOMATİK AKTÖR OLARAK ÖNE ÇIKARIYOR
Uluslararası Güvenlik ve Dış Politika Araştırmacısı
Terör örgütleri şirket gibidir, çıkarlarını gözetir. Çıkarları da varlıklarının temel sebebini oluşturan alan hâkimiyeti ve sağladığı bu alanda varlığını devam ettirebilmek için ihtiyacı olan mali kaynaktır. Terör örgütlerini ayakta tutan, ideolojilerinden ziyade finans kaynaklarıdır. Bu finans kaynakları büyük çoğunlukla uyuşturucu kaçakçılığı ve trafiği, silah kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti gibi geliri yüksek olanlar olarak ön plana çıkar. Terör örgütleri eylem yapamadıkları dönemlerde daha çok bu finans elde etmek için kaçakçılık ve organize suç örgütleriyle ilişkiler geliştirirler.
Terör örgütleri, gözettikleri ideolojiden öte örgütün ve lider kadrosunun devamlılığını esas alır. Düşünün bir kere, örgüt gerek finans temininde gerek örgüte eleman kazanımında sıkıntılar yaşıyorsa bu örgütün alan hâkimiyetini kaybettiğini göstermektedir. Burada ideoloji pek de işe yaramamaktadır. İdeoloji, daha çok örgüte yeni eleman kazandırma ve ulus aşırı ülkelerde örgüt yapılanmalarında aynı ideolojik paralellikteki siyasi parti, sivil toplum kuruluşu, vakıf, dernek gibi oluşumlarla ilişkilere girerek örgütün yasaklı listeden çıkarılması noktasında etkin olmaya çalışmaktadır. Silahlı anlamda etkin olamayan ve yeni eleman kazanma noktasında sıkıntı yaşayan terör örgütleri, çareyi ideolojilerine ve söylemlerine yeni eklemeler yaparak faydalanmak isterler. Örnek olarak bölücü terör örgütü PKK ve uzantılarını ele aldığımızda; Türkiye’ye karşı açmış oldukları silahlı mücadelelerinde hiçbir başarı elde edememişlerdir. Günün sonunda teröristler, Türk silahlı güçleri tarafından etkisizleştirilmişlerdir. Zaten er ya da geç bir teröristin ömrü normal bir insana göre ne kadar olabilir ki?
Bölücü terör örgütü PKK’nın alan hâkimiyetini kaybettiğinde, örgütün ikmal yollarının kapatılması neticesinde gerek uyuşturucu gerek kaçakçılık gerekse de enerji kaynakları üzerindeki kontrolünü de kaybetmiş demektir. Bu durum, örgütlerin kıskaca alındığını ifade eder ki bölücü terör örgütü de bu anlamda kıskaca alınmış, ikmal ve lojistik yolları kapanmış, varlıklarını devam ettirebilmek için olmazsa olmaz olan gereksinimlerini elde edemiyor demektir. Örgüte eleman kazandıramayan, lojistik ve ikmal yolları ablukaya alınmış bir örgüt elindeki tüm kozu yeni ve çok ses getirecek eylemlere harcayacaktır. Bu bağlamda, Taksim ve Ankara terör eylemlerini bu şekilde okumak daha sağlıklı olacaktır.
Tabii ki terörle mücadelede etkin olabilmek sadece güvenlik kurumlarıyla sağlanamaz. Başarılı ve etkin bir terörle mücadele için gerekli olan sağlam istihbarat, ülke içinde tüm yönleriyle yeniden revize edilmiş etkin bir terörle mücadele yasası, elbette terörizmin dış destek boyutunda da etkin ve zoraki diplomasi yoluyla terör örgütlerine sağlanan dolaylı ya da doğrudan desteklerin kesilmesi gerekmektedir. Pek çoğunuzun malumu olduğu gibi, terör örgütlerine sağlanan dış destek olmasa hiçbir terör örgütü varlığını idame ettiremez. Özellikle bölücü terör örgütü PKK’ya, pek çok ülkenin birçok alanda doğrudan ya da dolaylı destek verdiğini biliyoruz. Destek veren ülkeleri ve destek sağladıkları dönemlere göre ayrıca doğrudan ya da dolaylı destek sağlayan ülkeler olarak ele almak sağlıklı sonuçlara götürür.
Bölücü terör örgütüne yıllarca siyasi, ekonomik, silah, askerî araç vd. alanlarda destek sağlayan ülkelerden biri kurumsal anlamda Federal Almanya Cumhuriyeti’dir. Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, 2020 yılında devlet televizyonunda gerçekleştirilen bir programda, “PKK’yı, pek çok yasadışı faaliyetlerinden dolayı Almanya’da suç işlediği için yasakladık, Türkiye’de suç işlediği için değil. Batı olarak, onları (PKK’lı Kürtleri müttefik gördüklerini) kullandık, destekledik.” diyerek; bir devlet yetkilisi olarak en üst perdeden ülkesinin bölücü terör örgütüne verdiği desteği ve kullandıklarını tarihi olarak itiraf etmiştir.
Bunların içinde hiç şüphesiz İsveç Devleti de vardır. İsveç Dışişleri Bakanı Tobias Billstörm, 05 Kasım 2022 tarihinde, “Sol Partili siyasetçiler, Malmö’deki meclis salonunda PKK flamalarıyla poz veriyorlar. Bu son derece ciddi ve kabul edilemez. PKK bir terör örgütüdür ve bu tür davranışlar İsveç demokrasisine yakışmaz.” diyerek, bölücü terör örgütü PKK’nın İsveç’te faaliyetlerinin baş sorumlusu olarak İsveç Parlamentosu’nda aktif siyaset yapan Sol Partiyi göstererek; kurumsal olarak sorumluluğu İsveç Parlamentosu’ndan, yani devletten atmaya çalışmıştır. Evet, doğrudur. AB ülkelerinde PKK’nın değişik isimlerle illegal yapılanmasında, siyasal zemin kazanmasında, yasaklı olmalarına karşın üye ülkelerde pek çok gösterinin yasal statüde gerçekleşmesinde, AB üye ülkelerinin yönetimlerini PKK ve uzantılarına yönelik üç maymunları oynamasında, PYD/YPG bürolarının açılmasında elbette Sol Parti ve Yeşiller Partisinin emeği, önemi ve etkisi tartışılmazdır. Ne var ki ülke dış politikalarının/çıkarlarının bir aracı/aparatı olarak kullandıkları/destekledikleri eli kanlı terör örgütünün Avrupa lider kadrolarını ülkelerinde yaşamakta olan ve dirseklerine/dizlerine kadar Türk kanına batmış örgüt mensuplarını; Kandil’den atanmış orta/yüksek lider kadrolarını vatandaşlığa alarak koruma sağlamış olmalarında İsveç ve diğer ülke parlamentolarının hiç mi suçu/sorumluluğu yoktur? Hele ki İsveç’in NATO’ya girebilmesi için Türkiye’nin ileri sürdüğü şartları yerine getirme konusunda ve Haziran 2022’de yeni terörizmle mücadele yasasını yürürlüğe sokmalarına karşın PKK İsveç’de yasaklı olmasına karşın hâlâ İsveç sokaklarında fink atıyorsa, hukuki hiçbir işlem başlatılmıyorsa, Ankara’nın İsveç devlet yöneticilerinden istediği PKK ve FETÖ’cüler iade edilmiyor bilakis uzatmalara oynuyorsa; İsveç devlet yönetimi adına verilen hiçbir söz samimi olamayacaktır.
Bölücü terör örgütü PKK’ya değişik alanlarda destek sağlayan ülkeleri iki ana grupta değerlendirmek mümkündür. Birinci grupta bulunan ülkeler, terör örgütü PKK’ya açık veya gizli, direkt veya dolaylı olarak her türlü desteği sağlayan devletlerdir. Zaman içinde ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak göreceli olarak değişse de bu devletler Suriye, Yunanistan, GKRY, Rusya Federasyonu, İran, Ermenistan, Irak ve Libya idi. Bu ülkeler eğitim verme, sahte kimlik, finansman temin etme, kamp yeri, örgüt evi tahsis etme, havayoluyla geçişlerde kolaylık, tedavi, silah ve mühimmat yardımı gibi aktif destekler sağlamışlardır. İkinci grupta bulunan ülkeler ise PKK’yı terörist olarak nitelemekle birlikte örgütün paravan kuruluşlarına geniş müsamaha göstererek destek veren ülkelerdir. Bu ülkeleri Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, ABD, Finlandiya, Norveç, Danimarka, İsveç, Hollanda, Belçika, İsviçre, İspanya, İtalya, Bulgaristan ve Romanya şeklinde sıralamak mümkündür.[2] Bu ülkelerde de politika üretme ve strateji belirleme, siyasi destek, barınma imkânı, eğitim, finans, silah-teçhizat-personel temini, propaganda, teşkilatlanma gibi destekler sağlanmaktadır.
Bölücü terör örgütü PKK, sadece Türkiye ve bölgesel siyasallaşma çabalarıyla kalmamış; Avrupa genelinde de siyasallaşmasında ve etkin konuma gelmesinde pay sahibi olan ülkelerle stratejik ilişkilerini sürdürmüştür. Bu makalede verilen ülke örnekleri, bölücü terör örgütü PKK’nın doğrudan ya da dolaylı şekilde desteklendikleri, kullanıldıkları ülkelerle olan stratejik ilişkilerini içermektedir. Hiç şüphesiz bu ülkeler bu makalede belirtilen ülkelerden çok daha fazladır.
Suriye, PKK’nın ortaya çıktığı zamandan beri büyük bir destekçisi olmuştur. Bunun yanında Suriye, ülkemizin en uzun kara sınırı komşusudur. Suriye, uzun zaman Fransızların sömürgesinde kalmış ve bağımsızlığını 1946/1947 senesinde kazanabilmiştir. Bugün Türkiye topraklarına ait olan kadim Türk yurdu Hatay, 1938 senesinde bağımsızlığına kavuşmuş ve sonrasında gerçekleştirilen halk oylamasıyla Türkiye topraklarına dâhil olmuştur. Hatay’ın Türkiye’ye katılması Türkiye ve Suriye arasındaki bağlarda daima bir problem oluşturmuştur. Fırat ve Dicle nehirleri, Türkiye’den Suriye sınırlarına doğru uzamaktadır. Akan sudan haksız ve hukuksuz şekilde daha çok faydalanmak isteyen Suriye, uluslararası desteği de arkasına alarak Türkiye’ye büyük sıkıntılar yaşatmıştır. Bu sıkıntılar ise, Suriye’nin PKK ile iş birliği halinde olması ve ona destek sağlamasıyla gerçekleşmiştir.
Türkiye ve Suriye arasında PKK terör örgütü lideri Öcalan’ın ülkeye kabul edilmesinden sonra bazı problemler daha doğmuştur[3]. Suriye, senelerce terör örgütlerini kendine rakip gibi düşündüğü ülkelere karşı kullanmıştır. Suriye, 1980’li yıllarda ve bu senelerin sonrasında ülkemize karşı terör eylemleri gerçekleştirerek PKK terör örgütüne destek vermiştir[4]. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden önce örgüt lideri Öcalan, 07 Temmuz 1979 tarihinde kaçakçı kılığında Suriye’ye geçmiş ve Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi Cemil Esad aracılığıyla Suriye istihbaratıyla ilişkiye girmiştir. Örgütün ilk iki kongresi Suriye’de yapılmıştır. Suriye, örgüte maddi ve manevi pek çok yönden destek vermeyi sürdürmüştür. Hafız Esad desteğiyle Öcalan, FKÖ kamplarında 250 teröristin eğitim görmesini sağlamıştır. Suriye tüm bunların yanında kendi topraklarında ve Lübnan topraklarında örgütün yaşamasına, teröristlerin eğitim görmesine destek vermiştir. Öcalan’ın Suriye’ye geçişi ve Suriye istihbaratıyla temasları sonucu örgüt Suriye’deki etkisini de artırmıştır.
Suriye’deki PKK kamplarında eğitim gören pek çok terörist Türkiye’de eylemler yapmaya başlamışlardır. 1986 senesinde örgütün merkezinin “Helve Kampı” olduğu netleşmiş ve kamp desteklerle silahlı bir eğitim alanına dönüştürülmüştür. Suriye, örgüte silah konusunda da yardım etmiş; 1989 senesinde Esad tarafından Güneydoğu Anadolu bölgesinde sözde bir “Kürt devletinin kurulması gerektiği” açıklamasında bulunulmuştur. 1996 yılında ABD’ye ait rapora göre, terör örgütlerine destek veren ülkelerden birinin de Suriye olduğu ispatlanmıştır[5]. Ankara, Şam’ı terör örgütlerine yaptığı yardımı sonlandırması için pek çok defa uyarmıştır. Türkiye’nin diplomatik baskı ve son olarak Atilla Ateş Paşa’nın Hatay sınırında yaptığı konuşma, ardından TBMM’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Ateş Paşa’nın konuşmasına paralel destek açıklamaları Şam yönetimini Ankara ile Adana Mutabakatı’nı yapmaya zorlamıştır. Yanı sıra Şam yönetimi, bölücü terör örgütü PKK’ya destek ve yardımda bulunmayacağını ifade etmiştir. Tunus’ta baş gösteren Arap Baharı ve 2011’de Suriye iç savaşıyla izlenen politikalar iki ülke arasındaki ilişkileri ve örgütün Suriye’nin kuzeyinde alan hâkimiyeti kurmasıyla farklı boyut almıştır. Bu yazı hazırlanırken Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklaması geldi. Fidan yapmış olduğu açıklamada, “Teröristler pişman olacak, üçüncü taraflar uzak dursun.” sözleri; İçişleri bakanlığına yönelik gerçekleştirilen terör saldırısı sonrası terörün Türkiye’yi birinci derecede tehdit ettiği ülkelere ve taraflara yönelik çok daha ciddi operasyonların haberini vermektedir. Umarım maliyeti yüksek olan hava harekâtları, İHA ve SİHA ile desteklenerek yanı sıra kara operasyonlarını da beraberinde getirecektir.
Türkiye’nin komşu olduğu ülkelerden biri de Irak’tır. Türkiye ve Irak aynı coğrafyada asırlar boyu bir arada yaşamışlardır. Irak topraklarında farklı etnik kimlikler yaşamakta bunların içinde de Kürtler bulunmaktadır. Irak’taki Kürtler, uluslararası desteği de arkalarına alarak 1970 yılında petrol açısından çok zengin durumda olan Irak Türklerinin yaşadıkları başta Kerkük ve Hanakin’e yerleşmeyi talep etmişlerdir. Irak, bu talebi geri çevirmiş ve bölgenin Araplaşmasını istemiştir. Irak, 1974 senesinde Kerkük ve Hanakin dışında özerk bir yönetim oluşturmuşlardır. Irak’ta oluşturulması planlanan bir devletin çevre ülkelerin hepsini negatif yönde etkileyeceği tahmin edilmektedir.
Bölücü terör örgütü PKK’nın ana amacı, Türkiye’nin doğusuyla güneydoğusunu bölmektir. Örgüt, ülkemize komşu olan ülkelerde de alan hâkimiyeti kurmaya çalışmış ve Irak’ta PKK’nın bu maksatla yapılandığı ülkelerden biri durumuna gelmiştir. PKK, 1981’de yaptığı konferansta Kürt bölgesinde bulunan Kürt vatandaşlarla bağlantıya geçmeye çalışmıştır. Bunun sonrasında, Irak’ın kuzeyinde yeni örgüt kampları oluşturulmuş ve lider kadrosunun da buraya aktarımı sağlanmıştır. Bölgedeki coğrafi yönlü olumsuz durumlar da terör örgütünün bu bölgeyi tercih etmesinde etkili olmuştur[6].
1991’de Birinci Körfez Savaşı, Kürtlerin Irak yönetimi karşısında gücü oldukça artmış ve örgütün bölgede güç sahibi olmasına yol açmıştır. Savaş sonucunda, Irak yönetimi Kürt topraklarından çekilmeye başlamış ve örgüt bu bölgeyi silahlı bir üs durumuna getirmiştir. PKK’nın saldırılarına ivme kazandırması, Türkiye, Irak’ın kuzeyi ve bölgedeki başka ülkelerle arasındaki ilişkilerin gergin hâle gelmesine sebep olmuştur. Ankara, dâhil oldukları konferanslarda ve gerçekleştirdikleri görüşmelerde terör hakkında duydukları rahatsızlıkları pek çok defa dile getirmişlerdir[7]. Türkiye’nin hamleleri sonucunda Irak yönetimi de terörizm konusunda elle tutulacak hamleler gerçekleştirmemiştir[8].
ABD’nin Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirmesi ile Irak’ta bulunan yönetim zayıflamış ve PKK terör örgütü de bu durumdan faydalanmıştır. ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte meydana gelen yeni güç dengesini kendi lehine çevirme konusunda 2003 yılı Ekim ayına gelindiğinde PKK, Ankara’nın İran’ın sınırlarında PJAK’a karşı planladığı saldırılara yardım ettiği bahanesiyle “Tek taraflı ateşkes olmaz.” ifadesiyle ateşkesi sonlandırdığını söylemiştir. Zamanın Irak Dışişleri Bakanı Zebari, Barzani’nin PKK terör örgütüne silah bırakma davetinde bulunmasının ardından ateşkes sürecinin devam etmesi yönünde bir politika uygulamıştır. 2004 senesinde ise Türkiye’de gerçekleştirilen seçimlerde Kürt siyasi partisinin büyük oranda oy kaybetmesi ve Kürtlerin yaşam şartlarıyla ilgili politik düzenlemelerin yapılmaması gibi sebeplerle PKK, 2004 senesinde ateşkesi bozduğunu ifade ederek tekrar silahlı saldırılara başlamıştır.
Bölücü terör örgütü PKK, 2004 yılında herhangi bir saldırı düzenlememiş ancak 2005 yılında yaklaşık 2000 kadar PKK’lı teröristi Türkiye’ye sızdırmış ve saldırılar gerçekleştirmiştir. Temmuz 2005’te dönemin başbakanı Erdoğan, “Yasaların izin verdiği sınır ötesi operasyon hakkımızı kullanırız.” şeklinde açıklama yapmıştır[9]. Ateşkesin ilanı barış için gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilecek bir girişim özelliği taşımaktadır. Ateşkesin ilanı örgütlerin yaratılma nedenleriyle uyuşmamaktadır. Dolayısıyla hiçbir terör örgütü barış amaçlı kurulmadığı için örgütlerin ateşkes ilanı da sözünün de geçerliliği yoktur. Bu bağlamda PKK ateşkesi bozduğunu ifade etmiş, Türkiye’ye yönelik terör eylemlerine hız vermiştir. Ankara, terör saldırıların sonlandırmak amacıyla uluslararası hukuktan doğan hakları gereği sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirmiş ve hâlen Pençe Kilit Operasyonları devam etmektedir.
Türkiye ve İran hem birbirinin komşuları hem de birbirleriyle rekabet içinde olan ülkelerdir[10]. Osmanlı Devleti ile İran arasında birçok savaş yapılmış ve sonunda Kasrı Şirin Antlaşması ile iki ülke arasındaki savaşlar sonlanmıştır. 1979 İran, devrimden sonra birçok değişim geçirmiştir. Bu devrimden sonra, büyük İslam imparatorluğu kurma düşüncesine kapılmıştır. İstenilen bu imparatorluğu kurmanın temellerini etraflarındaki İslam toplumlarıyla gerçekleştireceği sohbetlerle atabileceğini düşünmüştür. Türkiye’deki düzenin İslami bir düzen olmadığını ileri sürerek, diğer İslam ülkelerinin Türkiye’ye karşı düşman olması için çabalamıştır. İran, ülkemizi birçok yönden zarara uğratmaya çabalamış ve ülkemize karşı terör örgütlerini kışkırtmaya çalışmıştır. PKK terör örgütünün gerçekleştirdiği eylemlerin zirve yaptığı 1990’larda, örgütün giderek etkin hâle gelmeye başlamasında İran’ın payı oldukça yüksektir[11].
Türkiye’nin senelerce mücadele verdiği PKK, Irak ve Suriye ile bağlantı kurduktan sonra İran ile de ilişki kurmuştur. Örgütün İran ile kurduğu ilişkilerinin temelinde, ülkenin topraklarından faydalanıp TSK’nın daha büyük bir alana yayılmasıyla beraber denetim alanının zorlaştırılması yatmaktadır. İran’ın ülkemize sızmaya çalışan teröristleri engellememesi, PKK’nın Türkiye’nin içine girmesini kolaylaştırmıştır. PKK terör örgütü, İran’dan birçok kez maddi yardım almıştır[12]. İran’ın, PKK’ya sağladığı askerî eğitim kamp alanı ve diğer yardımları uluslararası makalelere de konu olmuştur. İngiltere’nin önemli dergilerinden olan Jane’s İnteligence Review, ABD’nin Ruslara karşı savaşmakta olan Afgan mücahitlerine verdiği füzelerin bir bölümünün PKK’nın eline ulaştığını ifade etmiştir. Bu dergi PKK’nın füzeleri İran’dan aldığı iddiasında bulunmuştur[13].
1999 senesinde PKK terör örgütünün lideri Öcalan, Kenya’da yakalanmış ve Türkiye’ye teslim edilmiştir. Örgüt liderinin yakalanmasının ardından İran, örgüte karşı tepkiler gerçekleştirmiştir. Teröristlerin gerçekleştirdiği eylemlere müdahale etmiş ve bu müdahaleler sonucunda pek çok insan hayatını kaybetmiştir. PKK, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de World Tren Center’a gerçekleştirilen saldırının hemen ardından, İran’da PJAK isimli Kürdistan Özgür Yaşam Partisini kurmuştur. PKK ve PJAK örgütleri arasında düşünce açısından pek çok fark bulunmaktadır. PKK bağımsız bir devlet kurmayı hedeflerken, PJAK bir düzen değişimini amaçlamaktadır. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra PKK, İran’daki kolu olan PJAK tarafından gerçekleştirilen çatışmalar da artmıştır. Bu çatışmalar 2006 yılında pik yapmıştır. 2010-2011 yıllarında İran ve Türkiye, bölücü terör örgütü PKK’yı yok etmek üzerine karar almışlar ve teröristlerin yaşadıkları kamplara hava ve kara saldırıları gerçekleştirmişlerdir. Arap Baharı olaylarının Suriye’ye kadar uzamasıyla beraber bu ülkenin de çatışma sürecine dâhil olmasıyla İran, PJAK ile ateşkes yapmayı tercih etmiştir. İran rejimi, özellikle İkinci Karabağ Savaşı öncesi ve sonrasında Zengezur Koridoru’nun açılmaması için Karabağ Savaşı’nda PKK/YPG ile 2019’da kurulan ve tamamı Ermenilerden oluşan Nubar Ozanyan Terör Örgütüne destek vermiştir. Ayrıca İran rejimi, Afganistan üzerinden Türkiye’ye gelen göç akınında da husumetli davranmaya devam etmektedir.
ABD, yazılı ve sözlü olarak PKK’yı bir terör örgütü olarak benimsemesine karşın, yazının dışında sahada bu söylemden daha ileriye taşımamış; bunun yanı sıra PKK’nın Suriye uzantısı YPG’ye silah yardımları yapmıştır. ABD’yi bu bölgede en çok rahatsız eden, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını istememektedir. ABD, 2001 yılında PKK’yı “terör örgütü” kabul etmesine karşın, Türkiye’nin bu probleminin güvenlik kaygısına sebep olmayacağını ileri sürmüştür. ABD, PKK hakkında Türkiye ile bir iş birliği yapıyor gibi görünmüş ve Türkiye’deki sözde Kürt probleminin bazı düzenlemelerle beraber çözüme kavuşturulmasını istemiştir. Bu söylemler PKK’yı, Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir fırsat olarak göstermiş ve bu görüntüyü yok edememiştir. PKK’nın lider kadrosu, ABD’nin bölge üzerinde önemli bir statüsü olduğunu, Kürtlerin tüm bu problemlerin çözümünde süreç dışında bulunması gerektiğini ve ABD’nin bir lider olarak etkili bir rol oynaması gerektiğini belirtmişlerdir. ABD, PKK’nın gerçekleştirdiği eylemleri hem kınamış hem de PKK’nın silah edinmesine yol vermiştir[14].
ABD’nin sergilediği bu tutumun İsrail’i korumaya yönelik olduğu ifade edilmiştir. Bu tutum, Bush’un önermiş olduğu “Orta Doğu Ortaklık Girişimi” projesiyle de uyumludur. ABD, çıkarları için PKK ile olan ilişkisini sürdürmüş ve 2016 senesinde örgütün Suriye uzantılarından biri olan PYD’yi desteklemiştir. Tüm batılı ülkeler gibi ABD de bölücü terör örgütü PKK’ya yardımcı olmayı sürdürmektedir. Genel Kurmay Başkanlığı’nın 1984-2007 seneleri arasında teröristlerden sağlanan silahların nereden geldiği hakkındaki istatistiğe göre ilk sırada ABD yer almaktadır. Listede ayrıca SSCB’nin ardılı Rusya Federasyonu, Macaristan, İngiltere, Çin, İtalya, Almanya, İsveç ve Irak’ın da içlerinde bulunduğu toplam 34 ülke yer almaktadır[15].
Bölücü terör örgütüne destek konusunda ABD’li askerler, PYD/YPG üniformalarını giymişlerdir. Türkiye, PKK’yı terör örgütü olarak görmekte, örgütün uzantısı olan YPG’nin de terör örgütü olduğunu kanıtlarıyla ileri sürmektedir. ABD, IŞİD ile mücadele konusunda YPG’ye yardım etmiş ve her türlü desteği sağlamıştır. PKK/YPG’li teröristlerin yakalanmaları esnasında ABD’nin elinden çıkan pek çok silahın da ele geçirilmesi bu desteği ispatlamaktadır. Zaten bu noktada Obama yönetiminden günümüze ABD yönetimleri PKK/YPG’ye binlerce tır dolusu silah, mühimmat desteği sağladıklarını gizlememekte, alenen bu yardımları devam ettirmektedirler. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Üçüncü taraflar dikkat etsin.” uyarısı da tam da örgüte pek çok desteği sağlayan ülke yönetimlerine yönelik bir sözlü uyarıdır.
Önceki senelerde Rusya’nın komünizm çerçevesinde yönetilmesi ve PKK terör örgütünün Marksist-Leninist ideolojiyi esas alması, bu ikisi arasındaki benzerlikleri ortaya koymaktadır. SSCB ve ardılı Rusya Federasyonu’nun ayrılıkçı, bölücü örgütlere yardım ve desteği uzunca bir dönemdir bilinen bir gerçektir. Bu ülkenin bölücü terör örgütleri içinde en çok destek sağladığı PKK’dır desek abartmış olmayız. Tabii elbette bunun pek çok sebebi vardır. Bunlara girecek olursak bu makalenin boyutu kitap seviyesine çıkacağından hem yayımlanması hem de okuyucu açısından oldukça zorlaşacaktır. Ancak PKK’nın Türkiye’de ilk silahlı saldırılarını gerçekleştirdiği terör eylemlerine, SSCB ve KGB’nin pek çok destek verdiği bilinmekte ve açık kaynaklarda ifade edilmektedir. Gerek SSCB gerekse ardılı Rusya Federasyonu tarafından örgüte verilen desteğin pek çok sebebi olmakla beraber; Türkiye’nin, Kafkasya ve Orta Asya’da güçlü ve etkin olmaması için PKK’yı destekledikleri ve kullandıklarını söylemek doğru olacaktır. Türkiye’nin örgütü yok etmeye yaklaştığı zamanlar olmuş ancak Rusya’nın yaptığı gizli yardımlarla örgüt yok edilemediği ifade edilmektedir[16].
Ruslar ve Çeçenler asırlardır aynı topraklarda yaşamlarını devam ettirmektedirler. Bu iki halk arasında pek çok kez problem çıkmıştır. Çeçenistan, Ruslara karşı bir bağımsızlık savaşı içinde olduğunu söylemiştir. Türkiye, resmî açıklamalarında Çeçenistan’a destek olmadığını belirtse de 1990’lı senelerde Rusya, bu açıklamaya inanmamış ve Türkiye’ye karşı PKK üzerinden oynayarak, örgüte büyük destekler sağlamıştır[17]. Çeçenlerin özürlüklerini açıklamasından sonra sürgündeki Kürtler, Rus meclisinin de yardımlarıyla Moskova’da toplanmıştır. 1996 yılı ve sonrasında PKK terör örgütü birden çok toplantısını Moskova’da gerçekleştirmiştir. Hâlen Moskova’da PYD/YPG’nin bürosunun olduğu bilinmektedir.
Türkiye’nin Kafkasya’daki ülkelere benzer stratejiler uygulaması ve kendi bölgesinde etkin roller üstlenmesi Rusya’ya sürekli rahatsızlık vermektedir. Pek çok nedenden dolayı Rusya, çoğu zaman PKK’ya silahlı yardımlarında bulunmuştur. Rusya Federasyonu uyguladığı politikalarda PKK terör örgütü lehine açıklamalar da bulunmuştur[18]. Kremlin yönetimi, bölücü terör örgütü PKK’nın Irak ve Suriye uzantılarına da yardım/desteklerde bulunmuştur. Suriye’nin günümüzdeki konumda olmasında büyük rol oynayan baba oğul Şam rejimleri, direkt olarak kutsal ruh gördükleri Rusya’dan yardım almaktadır.
Avrupa Birliği, PKK’yı 2002’de terör örgütü olarak kabul etmiştir. Pek çok AB ülkesi daha 1990’lı yıllarda örgütü yasaklı listeye almışken, AB’nin PKK’yı 2002’de terör örgütü listesine alması ayrıca sorgulanması gerekir.
AB, yapısı ve kuruluş felsefesi itibarıyla insan haklarının korunması prensipleri çerçevesinde hareket eden bir ulus ötesi yapıdır. Bölücü terör örgütü PKK’nın, AB ülkelerinde elde ettiği istihbarı ve stratejik ilişkilerle elde ettiği destek sonucu Türkiye’ye dayatılmak istenen sözde Kürt Sorunu (Türkiye’de bir Kürt Sorunu değil etnik bölücü terör sorunu vardır), Türkiye’nin Avrupa’ya uyum sağlaması konusunda büyük önem taşımaktadır. AB, sözde Kürt sorunuyla bölücü terör örgütü PKK’nın taleplerini eş değer görmüş ve bu tutumunu Türkiye’ye karşı koz olarak kullanmaktadır[19].
AB’nin Kürtleri “azınlık” olarak görmesi ve bağımsız bir yönetim meydana gelmesini savunması, Kürt problemine karşı bir hoşnutluk hissettiğinin göstergesidir[20]. Türkiye, jeopolitik konumu sebebiyle daima tehditlerle karşı karşıya olan bir ülkedir. Bahsedilen bu tehditlerin en önemlisi, AB ve ülkeleri tarafından desteklenen PKK terör örgütüdür. AB, Türkiye’ye karşı tutumlarında terör konusu için duyarlılık gösterdiğini ifade etmesine karşın, PKK terör örgütünün lider kadrosundan pek çok teröristi barındırmış ve Avrupa’da kolaylıkla yaşamını sürdürmelerine, hatta uyuşturucu trafiğinde etkin olduklarını bildikleri hâlde izin vermiştir. AB, yaptığı açıklamalarda PKK’yı terör örgütü olarak benimsemiş fakat PKK’ya karşı olan desteklerini de sürdürmüştür. AB, PKK’ya sağladığı yardımlar kapsamında Orta Doğu’da etkin bir rol üstlenmeye çalışmak istemiştir. Bu isteğin ardında enerji kaynakları ve yüz milyonlarca nüfusluk pazar, başrolü oynamıştır. AB, örgütün muhtemel kazançlarından da hak elde etmeyi amaçlamaktadır. AB, tüm bu amaçlar doğrultusunda örgüte silah, istihbarat ve mühimmat desteği sağlamaktan geri durmamıştır. Pek çok AB ülkesinin silah sanayisinde üretici olduğu göz önüne alındığında birliğin örgütün varlığının devamını istemesi gayet ekonomiktir.
PKK’nın pek çok bileşeni vardır. Bunlardan biri de Avrupa bileşenidir. Avrupa bileşeninde örgütün Kandil tarafından atanan orta ve yüksek ölçekteki liderleri Avrupa’da faaliyetlerini devam ettirmektedirler. Bu durum, 2021, 2022 yıllarında Avrupa Polis Teşkilatı Europol’ün raporlarında da açıkça ifade edilmektedir. 2022 yılı Europol raporunda, “Avrupa, PKK için finansman ve eğitim etkinlikleri kapsamında önemli bir bölge olmayı devam ettirmektedir.” ifadesi yer almaktadır. Ayrıca gerek 2022 Europol gerekse Federal Almanya İç İstihbarat Servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı istihbarat raporlarında PKK’nın, Avrupa’da 14.500 militanı olduğu tahmin edilmektedir. PKK’nın değişik isimler altında legal ve illegal yapılanmalarıyla topladıkları schutzgeld, yani koruma karşılığı vergilendirme parasının milyonlarca avro olduğu; uyuşturucu üretimi ve dağıtımının başından sonuna kadar PKK’nın olduğu ifade edilmektedir[21].
AB üye ülkeleri PKK’nın finans kaynaklarının başında gelen uyuşturucu ticaretine senelerce izin vermişlerdir. Örgütün Avrupa’daki pek çok bürosunda, dernek vb. kurumlar adı altında kaçakçılık yaptıkları bilinen bir durumdur. AB, medya kurumlarından bazıları da örgüt lehine yayınlar gerçekleştirerek, örgütü insanlara daha sempatik göstermeye çalışmaktadırlar. Avrupa kamuoyuna, Türkiye’de Kürtlere hak tanınmadığını ve işkence yapıldığını anlatmakta ve Türkiye’nin küresel çaptaki görünümüne zarar vermektedir[22].
AB ülkelerinden Almanya, Erbil’de bir başkonsolosluk açarak PKK ve PYD arasındaki ilişkileri ilerletmeye başlamıştır. Bunun yanı sıra başkent Berlin’de YPG’nin bir bürosu da aktif olarak hizmet vermektedir. Almanya’nın Orta Doğu’ya olan ilgisi yeni değildir. Birinci Dünya Savaşı öncesi başlayan bölgeye olan aşırı konuşlanma, Berlin Bağdat Demiryolu projeleriyle başlamışsa da bu bölgelere olan tarihsel ilgi ve dolayısıyla Kürtlerle olan ilişkileri farklı çıkarlar noktasında gelişmiştir. Almanya, bölgede kendine nüfuz yaratabilmek için terör örgütüyle yakın ilişkiler kurmuştur. 2014 senesinde Almanya, Peşmergeye IŞİD’e karşı kullanması için malzeme, silah vermiş ve askeri eğitim sağlamıştır[23]. “Demokratik Açılım ve Çözüm Süreci” AB ve lider ülkeler tarafından olumlu karşılanmıştır. Arap Baharı’ndan sonra Suriye’de ortaya çıkan iç savaş sonucu, Türkiye’ye yönelen milyonlarca göç dalgası Türkiye ve AB’nin birbirine olan gereksinimi çok daha artırmıştır. 1959 yılında başlayan Türkiye’nin AB yolculuğu ne yazık ki eşit şartlar altında gerçekleşmemiş; Türkiye, deyim yerindeyse AB’nin güney kanadı güvenliğini korumak ve sığınmacılar için bir hendek konumuna gelmiştir. Türkiye-AB ilişkileri, yeni bir düzenlemeyle her iki taraf için eşit şartlarda kazanç/çıkar ilişkisinde devam etmelidir.
Avrupa ülkeleriyle bölücü terör örgütünün stratejik ilişkilerine geçmeden önce, uluslararası gelişmelerin yarattığı değişiklikler ve gelişmeler; bölgesel ve uluslararası çapta stratejik değişimlere yönelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen dünya düzeninde, iki kutuplu sistemin rekabeti, tüm dünyada olduğu gibi kısa sürede Orta Doğu’ya da yansıdı. Bu rekabet, geçmiş politik araçların tekrar hatırlanmasına neden oldu ve SSCB tarafından boşaltılan İran’da “Mahabat Kürt Cumhuriyeti” kuruldu[24]. İki kutuplu dünyada “Kürt” kartı da ikili nitelik kazandı. Mesut Barzani liderliğinde “sağ” hareket ABD-İran-İsrail ekseninden destek almış, Celal Talabani liderliğindeki “sol” ise zaman zaman kesintiye uğramakla birlikte SSCB-Suriye-Irak[25] ekseninde yer almıştır. Bu bağlamda, Türkiye’deki siyasî Kürtçülük hareketi iki farklı yol izlemiştir. Birincisi; Barzani referanslı sağ Kürt hareketi, ikincisi ise 1960 sonrası Türkiye’deki sosyalist hareket içinden çıkan sol Kürt hareketidir. Her iki hareketin Türkiye’deki liderlerinin birbirleriyle giriştikleri rekabette hayatlarını kaybetmeleri neticesinde ortaya çıkan boşlukta PKK ortaya çıkmıştır. Sovyetlerin Orta Doğu’da ABD’ye karşı denge kurma çabaları ile PKK’nın kurulması ve Öcalan’ın sivrilişi eş zamanlıdır.
1982 yılından sonra PKK’yı Suriye ve 1986’dan sonra Saddam Hüseyin (İran-Irak Savaşı’nda bilgi toplamak için) desteklemeye başladı. Sovyet desteği ise 1988’de İran-Irak Savaşı’nı müteakip başladı. Öcalan’ın rahatlıkla Suriye’ye gitmeye karar vermesi yanında o dönemde Şam’da TASS haber Ajansı görevlisi olarak KGB faaliyetlerini koordine eden ve daha sonraki yıllarda dışişleri bakanı olan Yevgeney Primakov, PKK ile de yakın ilişki içinde olmuştur. Keza PKK, Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiş ve solcu örgütleri örnek almıştır. Bununla beraber amaç sosyalist enternasyonal değil, sözde dört ayaklı bağımsız Kürt devleti kurmaktır. Suriye yöneticileri Öcalan’ı Soğuk Savaş çerçevesi içinde Türkiye’ye karşı güneyde Hatay ile ve mümkün olursa Fırat Nehri sularının paylaşılması yolundaki millî hedeflerinin gerçekleşmesinde kullanılacak faydalı bir aparat olarak görmüşlerdir. Öcalan’ın Suriye’ye geçişini sağlayan Talabani, KGB Bölge Şefi Anthony Primakov ve Şam yönetimi, bu aşamada onu Orta Doğu’nun en radikal grupları olan FKÖ’lü (Filistin Kurtuluş Örgütü) gerillâ gruplarından George Habbaş, Nayif Havatme ve Ahmet Cibril ile buluşturmuş ve PKK’lıların eğitilmelerini sağlamışlardır.
ABD’den koparak Suriye ile ittifak kuran İran, böylece PKK’yı savaş hâlinde bulunduğu Irak’ın kuzeyine taşırken Türkiye’de bir güvenlik sorunu yaratıp Irak’taki gelişmelerin dışında tutmayı ve Türkiye’yi ABD ile ilişkilerinden dolayı cezalandırmayı amaçlamıştır. Suriye ve İran, “ortak düşmanları” kabul ettikleri ABD ve onun bölgedeki müttefikleri olan Türkiye ve İsrail’e yönelik ‘vekâleten savaş’ gerçekleştirmiş oluyorlardı. Bu denklemin Avrupa ayağını ise 1981 yılında Yunanistan’da iktidara gelen PASOK önderliğindeki Yunan hükûmeti üstlenmiş, PKK ilk temsilcisini Yunanistan’a atamıştır.
Terör örgütüne değişik alanlarda destek sağlayan ülkeleri iki ana grupta değerlendirmek mümkündür. Birinci grupta bulunan ülkeler, terör örgütü PKK’ya açık veya gizli, direkt veya dolaylı olarak her türlü desteği sağlayan devletlerdir. Zaman içinde ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak göreceli olarak değişse de bu devletler Suriye, Yunanistan, GKRY, Rusya Federasyonu, İran, Ermenistan, Irak ve Libya idi. Bu ülkelerden eğitim verme, sahte kimlik, finansman temin etme, kamp yeri, örgüt evi tahsis etme, havayoluyla geçişlerde kolaylık, tedavi, silah ve mühimmat yardımı gibi aktif destekler sağlanmıştır. İkinci grupta bulunan ülkeler ise PKK’yı terörist olarak nitelemekle birlikte örgütün paravan kuruluşlarına geniş müsamaha gösteren, göz yuman ülkelerdir. Bu ülkeleri Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, ABD, Finlandiya, Norveç, Danimarka, İsveç, Hollanda, Belçika, İsviçre, İspanya, İtalya, Bulgaristan ve Romanya şeklinde sıralamak mümkündür. Bu ülkelerde de politika üretme ve strateji belirleme, siyasi destek, barınma imkânı, eğitim, finans, silah-teçhizat-personel temini, propaganda, teşkilatlanma gibi destekler sağlanmaktadır. Özetle PKK, 1984’ten 1988’e kadar SSCB’nin Bulgaristan üzerinden arka planda desteklemesiyle İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı savaşmıştır.
1987’de Türkiye’nin AB üyeliği için başvuru yapması üzerine, başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri “PKK ve Kürt kartı” oynamaya başlamışlar; İran-Suriye ittifakına katılmışlardı. 1991’den sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı “AB-Suriye-İran” adına sürdürülen vekâleten savaşa dönüştü. 1987’de Türkiye’nin AB’ye başvurusu ise Almanya’nın Türkiye aleyhine çalışma ve PKK’yı destekleme politikasını tetikledi. 1990’lı yıllarda AB üyesi ülkelerin PKK’ya yönelik siyasi ve ekonomik desteği görünür hâle geldi. Ele geçen teröristler içinde Alman asıllı mühendisler, şehir planlamacılar vardı. PKK’nın mayınlarının İtalyan olduğu anlaşıldı. 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’da bir Türk-Rus rekabeti algılayan Moskova da PKK’yı destekledi ve kullandı. 2003 sonrasında da PKK, Irak’a yerleşen ABD’nin dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir. Artık bölücü Kürt kartı ve terör baskısı sadece Türkiye’ye karşı değil Suriye ve İran’a karşı da kullanılmaktadır[26].
Türk Devleti, terör örgütü PKK’nın gerek komşu ülkeler gerekse de pek çok AB ülkesi tarafından nasıl desteklendiği ve himaye edildiği konusunda ciddi bilgilere ve kanıtlara sahiptir. Örneğin Yunan Parlamento Heyeti, Suriye’nin başkenti Şam’da örgüt lideri Öcalan’ı ziyaret etmiştir. PKK’nın, ayrıca Kıbrıs Rum Kesimi (KRK) ile de yakın ilişkiler içindedir. Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nde saklanan Öcalan’ın cebinden Kıbrıs Rum Kesimi adına düzenlenmiş pasaport çıkmıştır. PKK’nın, iş birliği içinde olduğu örgüt sadece ASALA ile sınırlı değildir. Örneğin Kıbrıs Rum Örgütü EOKA-PKK-ASALA’nın iş birlikleri hakkında pek çok kanıt vardır.
1974 yılında Türkiye’nin gerçekleştirdiği başarılı Kıbrıs Barış Harekâtından sonra açıklama yapan Kıbrıs Rum Terör Örgütü EKAS, “Şu anda Türkiye’nin adadaki askerî gücüyle mücadele edecek durumda değiliz ama yakında bütün dünyada Türkiye’nin hedeflerini vuracağız.”[27] demiştir. Önce Daniş Tunalıgil, ardından İsmail Erez ve sonrasında toplam 42 Türk büyükelçimiz ve diplomatımız, ASALA-JCAG teröristleri tarafından şehit edildiler. Özellikle Ermeni, Kürt ve Rum terör örgütleri arasındaki yakın iş birliği, Türkiye’ye yönelik terör eylemleri hakkında pek çok kanıt bulunur. Başlangıcı 1958 yılında yasadışı kurulan ve ‘49’lar Davası’ olarak bilinen “Kürt İstiklal Partisi”ne dayanan, silahlı olarak 1973 yılında “Apocular” adıyla ortaya çıkan ve ancak 1978 yılında PKK adını alan bölücü terör örgütü ve uzantılarını destekleyen pek çok ülkenin olduğu bilinmektedir. Zaman zaman bu ülkelerin genelkurmay ve istihbarat servislerinden, örgütün temsil ettiği Kandil-Avrupa-İmralı bileşenlerine yönelik stratejik/taktik verilmektedir. Soğuk Savaş döneminde rakip veya hasım devletler, birbirleriyle doğrudan konvansiyonel bir savaş yapmak yerine rakip/hasım ülkeyi zayıf ve aciz düşürmek için terör örgütlerini kullandıkları bilinir. Soğuk Savaş[28] mantığı bu anlamda günümüzde de devam etmektedir.
Devletlerin, PKK’yı desteklemeleri önceleri dil, kimlik ve milliyet yaratma alanında başlatılmıştır. 18.-19.yüzyıllardan itibaren İngilizlerin, Rusların, Japonların ve sonrasında bazı Avrupa ülkelerinin (Almanya, Hollanda, İngiltere, İsveç vd.) bu konuda pek çok çalışması vardır. Örneğin Irak, İngiliz hâkimiyeti altındayken İngilizler, ‘Kurmançca’ya dayanan bir alfabe meydana getirmişler ve diğer üç dil zümresini, bu dil etrafında birleştirerek suni bir kavim ve bir milliyet yaratmaya çalışmışlardır. Ülkemiz sınırları içerisinde yaşayan Kürt asıllı vatandaşların da Ermeniler tarafından Erivan’da kurulan “Kürdoloji Kongresi” ile alınan kararları es geçmemek gerekir. Bu kararlarda Kürtler, Türk kültür dairesinden ve etkisinden çıkarılmak istenmektedir. Kürtlerin geçmişini akıl ve bilim dışı olaylara dayandırılarak bulmaya çalışılmakta ve bir Kürt tarihi yazmak yatmaktadır. Bu çalışmalarda Kürtler, Yezidiler ve Ermenilerin ilişkilerini bulmak yatmaktadır. Kürtçedeki ağızları birleştirip tek bir dil vücuda getirerek bir gramer ile lügat ortaya çıkartılarak lisan yaratılmak istenmektedir. Alınan kararlarla ayrılıkçı ve bölücü unsurların diri tutulması, yaşatılması hedefinin nifak tohumları yüzyılın başından önce ekilmiş, içinde bulunduğumuz yüzyılda da tarla bu şekilde sürülmek istenmektedir. Özellikle Ruslar, Basra’ya inebilmek adına bazı Kurmanç aşireti liderlerini yanlarına alarak Osmanlı’ya karşı ayaklandırırlar. Rus yayılmacılığı, çeşitli kitaplar ve eserlerle ajanları vasıtasıyla doğudaki Kurmanç Türk vatandaşları üzerinde tahripkâr faaliyetlerde bulunmuşlardır[29]. Sözde Kürt dili üzerinde yapılan çalışmaların kahır ekseri Ruslar, Japonlar ve geri kalanı İngiliz, İsveç, Hollanda ve Almanya’nın başını çektiği bazı Avrupa ülkeleri tarafından gerçekleştirilir. Özellikle İsveç, Kürtçe yayınların basılması ve tüm Avrupa’ya dağıtılması noktasında başı çekmektedir.
Almanya’nın genel olarak Orta Doğu özelinde Türkiye’ye olan ilgisi 1800’lü yıllara dayanır. Almanya öteden beri Orta Doğu ve Anadolu coğrafyasında deyim yerindeyse gözü olan; gözünü, dikkatini bu bölgelerden hiç kaçırmayan bir ülkedir. II. Abdülhamid ve II. Wilhelm arasında başlayan iyi ilişkiler sonrasında silah kardeşliğine evirilmiştir. Pan-Germanistler İstanbul’a ayrı bir önem ve ilgi göstermişlerdir. İstanbul’u, kendilerine miras bırakılmış şehir olarak görmüşlerdir. Orta Doğu bölgesini ve Anadolu’nun verimli topraklarını Alman sanayisi ve milleti için paha biçilmez miras kabul etmektedirler. Alman Lisesi, Haydarpaşa Garı’nın yapımı, Alman Kilisesi ve diğer imaretler gibi adımların atıldığı dönemler 1840’lı yıllara denk gelmektedir. 20. yüzyıl başında Almanya-Türkiye ilişkileri özellikle Birinci Dünya Savaşı ile tam bir stratejik ortaklığa dönüşür. İki imparatorluk aynı anda yenilmiş ve küçülmüşlerdir. Osmanlı’ya Sevr dayatılmış ancak Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde millî bir organizasyon içinde İngiltere-Fransa-İtalya ile onların taşeronu Yunanistan’ı savaş alanında mağlup etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur. Almanya, kayıtsız şartsız ABD-İngiltere-Fransa-İtalya itilafına teslim olurken, Versay Antlaşması Almanlar tarafından kabul edilmiş ve devlet, ordu minimize edilmiş; deyim yerindeyse iliği kemiği kurutulmuştur.
Almanya-Osmanlı ilişkileri daha ziyade askerî alanda öne çıkmış; Fransa ve İngiltere’ye nazaran daha kısa süreli gelişmiştir. Yavuz (Goeben) ve Midilli (Breslau) zırhlı gemilerin Osmanlı’ya katılması dışında her iki toplumun ortak hafızasına kazınan tarihsel bir olay yok gibidir. 1915’te Çanakkale’deki zaferde Alman silah teknolojisiyle Almanya’nın tedarik ettiği silah ve cephanenin önemli katkısı olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Türk komutanların hazırladıkları savunma planını ordu komutanı Alman General Liman von Sanders değiştirmiş ve bu durum Çanakkale Savaşları’nda daha çok zayiat vermemize sebep olmuştur[30]. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsızlığı Almanya’ya büyük avantajlar sağlamıştır. Hitler, Türkiye ile saldırmazlık anlaşmasının imzalanmasından 4 gün sonra Rusya cephesini açmıştır. Türkiye bu kararının karşılığını ikinci paylaşım savaşı sonrasında mağluplar tarafında yer alarak ve karşılığında da 12 adaları kaybetmekle görmüştür. 1939-1945 yılları, 1945-1955 Almanya’nın toparlanma yılları boyunca iki ülke arasında stratejik bir ortaklığa gidecek ilişki gelişmemiştir. Savaş sonrası Türkiye’de ekonomik, siyasal ve toplumsal bir çalkantı içindeydi. Almanya sanayisi kalkınma aşamasına girmiş, 1960’lı yıllardan sonra Türk işçi gücü ile büyük boşluğunu kapatmıştır.
Sovyetlerin dağılmasıyla özellikle güney ve doğu Avrupa’da önemli bir güç boşluğu oluşur. Almanya, Fransa ile Avrupa’da ABD’yi dengeleyecek alternatif bir güç merkezi yaratmaya çalışır. Bu bağlamda, Almanya ve Fransa 1992 Maastricht Anlaşması ile AB’nin ekonomik ve siyasi birliğini hukuki açıdan sağlamlaştırır. 1999’da Doğu Almanya ile birleşen Batı Almanya, jeopolitik anlamda güç kazanır. Almanya ve Fransa 1999’da ortak para avro ile ABD dolarına rakip para birimi yarattılar. Avro, ABD’ye ekonomiden ziyade küresel çapta siyasal bir meydan okumaydı. Soğuk Savaş’ın ardından yeni siyasi ve askerî denge arayışlarında; takas, milli paraların kullanılması gibi yeni yollar açarak Amerikan dolarının psikolojik üstünlüğünü de sona erdirdi.
AB, genişleme stratejisi ile birliğin siyasi coğrafyasını güçlendirdi. 1995’te 3, 2004’te 10 yeni üye alarak toplamda 27 üyeye ulaştı. 2004’teki genişleme, ABD’nin Irak’a müdahalesi devam ederken gerçekleşti. ABD, Irak’ı işgal ederken yanında sadece İngiltere (O zamanlar İngiltere AB üyesiydi.) vardı. 2004 genişlemesi AB’yi, ABD – Rusya- Çin’e ilave olarak siyasi açıdan yeni bir güç merkezi haline getirdi. Bu gelişme, Almanya’yı BM Güvenlik Konseyi’nin sürekli fahri üyesi durumuna yükseltti. ABD, Almanya liderliğindeki bilek bükme stratejisini çok çabuk fark etti. Bu bağlamda, başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak üzere yaptığı ikili güvenlik ve savunma anlaşmaları ile AB’nin etkin bir alternatif güç merkezi haline gelmesini önledi. Avrupa Birliği, ekonomik bütünleşmedeki başarısını dış politika ve güvenlik alanına aynı oranda yansıtamadı. Böylece ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa üzerinde devam ettirdiği siyasi ve askerî vesayetini sürdürmektedir.
Almanya ile ABD arasında en büyük anlaşmazlık 2003 yılındaki Irak’a saldırı esnasında yaşandı. Türkiye’nin de işgale onay vermemesi nedeniyle İngiltere, ABD ile yalnız kaldı. Almanya, AB’nin siyasi gücünü arkasına alarak ABD’nin karşı çıkmasına rağmen uluslararası hukuka da aykırı olarak Kıbrıs Rum Kesimi’ni 2004 yılında apar topar AB üyesi yaptı.
Almanya-Rusya ilişkileri de ister istemez geriledi. Bölgedeki potansiyel Almanya-Ukrayna- Rusya jeostratejik ekseni kırıldı. Ukrayna, ABD’nin Rusya stratejileri için bir araç haline getirildi. Almanya-Ukrayna-Beyaz Rusya-Rusya ekonomik ve potansiyel ittifak ve ortaklığı önlenmiş oldu. ABD’nin bugün Türkiye’ye ve Türk coğrafyasına olan ihtiyacı, hâlihazırda Rusya, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu plan ve stratejileri bağlamında son derece hayatidir. Almanya’nın, çok hatalı ve beklenen sonuçları son derece riskli politikalara yöneldiği görülmektedir. Öcalan’ın ifade tutanaklarına göre ABD, Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa, İtalya, Suriye, Romanya, Bulgaristan, İran, Yunanistan, Sırbistan’ın silah, örgütsel istihbarat ve siyasal destek vermektedir. Öcalan ifadesinde Almanya hakkında, “Gizli servisle görüşüyordum. Parlamentodan da beni ziyarete gelenler olurdu. Örgüt yöneticisi Kani Yılmaz’ın sığınma talebini kabul edip, pasaport verdiler. Her anlamda güçlü olduğumuz bir yerdi.” demektedir[31]. Bu açıklamalara göre, toplamda 12 devletin ortak çıkarlar doğrultusunda bir araya geldiği, her ülkenin farklı çıkarının Türkiye’nin zayıflatılması ve bölünmesi noktasında birleştiği anlamına gelir. İfadelerde yer alan Alman Parlamentosunun da işin içinde olması Almanya’nın, Kürt ve PKK politikasının bir devlet politikası olduğuna işaret etmektedir.
Almanya, dolaylı olarak Türkiye’yi bölgesinde siyasi, ekonomik ve askerî olarak zayıflatmak istemektedir. Özellikle bölücü terör örgütü PKK’ya sağladığı siyasi desteğin, açık veya gizli silah ve cephane satışlarıyla desteklendiği bilinmektedir. Örgütün elinde bulunan pek çok silahın Alman menşeili olduğu belgelenmiştir. Peşmergeleri silahlandıran Almanya; 2014’ten bu yana Irak’ın kuzeyinde Kürtleri eğitip donatmaya başladı. Çok sayıda Peşmergeyi Almanya’da Leopard tankları konusunda eğitime almıştır. Alman siyasetçilerin konuyla ilgili yaptığı açıklamalar ve basında yer alan yorumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin, terörle mücadele kapsamında PKK’ya karşı yürüttüğü hava/kara operasyonlarını “Kürtlere Saldırı” olarak değerlendirilmiştir. Almanya tarafından Türk Ordusu, IŞİD terörüne karşı savaşan PKK-YPG’lilere savaş açmakla suçlanmıştır. Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirilen askerî operasyonların hemen hepsinde TSK operasyonları, “Kürtlere Saldırı” olarak değerlendirilmiştir. Kısa zaman öncesinde Türk Tabipler Birliği (TBB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın, Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilen Pençe Kilit Operasyonu kapsamında Türk ordusunun kimyasal silah kullandığına[32] yönelik asılsız açıklamalarına Alman siyasiler ve PKK lobisi güçlü desteğini esirgememiştir[33]. Alman siyasilerin Türkiye karşıtı söylemlerinde Türk yöneticilere karşı kullandıkları dil kabul edilebilir değildir. Daha önceleri de “Operasyonlar derhâl durdurulmalı! Yoksa Patriyotları askerlerimizi de çekeriz!”[34] açıklamaları henüz tazeliğini korumaktadır.
Almanya, PKK’yı 1993 yılına kadar terör örgütü olarak kabul etmemiştir. Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı ve İç İstihbarat Raporları’nda PKK, 1993 yılına kadar suç örgütü olarak değerlendirilmiştir. Ancak güvenlik ve istihbarat raporlarında Düsseldorf Davası olarak bilinen PKK’nın iç hesaplaşması sonucu yakalanan militanlarının görüldüğü dava, Alman güvenlik makamları ve istihbarat birimlerinin gözünde örgütün kırılma noktası olarak değerlendirilmiştir. Almanya, PKK’nın en çok taraftarının ve militanının bulunduğu ve eylemlerinin en güçlü olduğu ülkelerdendir. Son yayınlanan 2023 yılı Europol Terrorism Trend Raporu[35] ve Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı İç İstihbarat Raporuna[36] göre örgütün militan sayısının 14,500 üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
PKK’yı 1993 yılında yasadışı örgüt ilan eden Almanya, 1995 Aralık ayında örgüt yöneticileriyle görüşmelere başlamış, her fırsatta PKK’ya sahip çıkmıştır. Almanya’nın Bremen ve Hamburg şehrinde esrar ve eroin kaçakçılığı organize edenlerin büyük çoğunluğunu PKK militanlarının oluşturduğu ortaya çıkmış, 189 PKK’lı uyuşturucu satarken Alman polisince yakalanmıştır. Almanya, MEDYA TV’nin en önemli gelir kaynağı olan bağış, haraç ve uyuşturucu gelirinin en yüksek olduğu ülkelerin başında yer alır. Televizyon yayıncılığı konusunda Alman yasalarının da etkisiyle MEDYA TV, Belçika ve İngiltere gibi ülkeleri tercih etmişse de MED ve MEDYA TV elemanlarının en çok hoşgörüyle karşılandığı ülkelerin başında Almanya’nın geldiği şüphe götürmez bir gerçektir. Almanya’nın genel olarak Kürtçe yayınlarla ilgili düşüncesi bu tür yayınların serbest bırakılması, hatta Türk Devleti’nin bu yayınları bizzat kendisinin de yapması şeklinde yorumlanmaktadır.
PKK, legal ve illegal pek çok STK ve derneklere sahip ve faaliyetlerini yürütmektedir. Örgütün gelir ve finans kaynakları da legal ve illegal olmak üzere temin edilmektedir. Örgüt, uyuşturucunun Avrupa trafiğinde ve ticaretinde başından sonuna kadar etkin konumdadır. Kara para aklama konusunda pek çok yöntem kullanmakta, insan ve göçmen kaçakçılığı başta olmak üzere beyaz kadın ticaretinden genel ev işletmeye kadar; iddia bayileri işletmekten organ mafyalarıyla bağlantılı olarak çalışmaktadır. PKK, Almanya’da pek çok Alman siyasi parti ve Alman STK’lar ile de yakın iş birliği içindedir. Özellikle Alman Sol Parti ve Yeşiller ile olan iş birlikleri Anayasayı Koruma Teşkilatı İstihbarat Raporları’nda da yer almıştır. Alman Sol Parti ve Yeşillerden pek çok vitrin siyasetçisi PKK’nın yasa dışı eylemlerinin izinlerini alma noktasında oldukça etkindirler. Bu görüşün oluşmasında Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı sorunların etkili olduğu söylenebilir.
Alman görüşünün oluşumunda bir diğer etken de yabancılar sorunudur. Almanya’da etkin bir grup yabancıların Türkler adı altında yaklaşık 3 milyonluk etkin bir blok haline dönüşmesinden rahatsızlık duyarlar. Bu yaklaşıma göre söz konusu grubun Türkler, Kürtler, Sünniler, Aleviler gibi daha küçük gruplara ayrılması yabancılar ile daha kolay ilgilenilmesini sağlayacaktır. Bu çerçevede özellikle bazı eyaletler ve yerel yöneticiler Kürtçe eğitim ve yayıncılık konusunda oldukça anlayışlı davranmakta ve destek dahi olmaktadır. PKK’nın Almanya’daki yayıncılık stratejisi ise mümkün olduğunca çok fazla kablo yayınına dâhil olabilmek ve bu konuda belediyelerin desteğini kazanmaktır.
Almanya, 1970’lerden günümüze sistematik olarak ülkedeki Türklerin politik, kültürel ve toplumsal planda ortak payda etrafında birleşebilmelerini engelleyecek her süreci desteklemiştir. Türkler arasındaki her türlü siyasal ve toplumsal farklılık teşvik edilmiş; gelişmesi, farklılıkların daha da derinleşmesi için çaba göstermiştir. Bilinçli olarak, en sağdan en sola kadar her türlü radikal hareketin önü açılmıştır. Bir yandan Cemalettin Kaplan türü hilafetçi unsurlar desteklenirken; öte yandan Alevilik, Alman Devleti’nin bilimsel araştırma konusu olup, Türk toplumu içindeki ayrışmayı derinleştirici şekilde teşvik edildiği toplumsal bir pratik olabilmektedir. Hatta Kürt Aleviliği, Türk Aleviliği ayrı ayrı örgütlenmeye teşvik edilerek sosyal parçalanma arttırılmaktadır.
Kopenhag Kriterlerini savunan AB’nin ekonomik gücü Almanya, ülkesinde bulunan Türkleri asimile etme hedefini Kopenhag Kriterleri ile nasıl uzlaştıracağı merak konusudur. Türkiye’de bölgesel ağız niteliği taşıyan veya etnik kökenleri açısından o dili bilmeleri gerektiği varsayılsa bile çoğu insanın konuşmadığı ve bilmediği dilleri, Türkiye’nin eğitim/öğretim dili yapmasını talep eden, bu dillerde Türkiye’den televizyon yayını yapmasını isteyen Almanya’nın, işçi olarak bu ülkeye yollanan, hâlâ çoğu Türk pasaportu taşıyan milyonlarca Türk’ün varlığını kabullenemeyen, bu insanları Almanlaştıracağını, bunun dışında bir politikanın Alman çıkarlarını temsil edemeyeceğini, dönemin İçişleri Bakanı Otto Schily’nin ağzından ifade etmiştir[37].
PKK’nın, Almanya’da ilişkide olduğu kuruluşların en önemlileri; Alman Sendikalar Birliği (DGB), Yeşiller (Grünen) Partisi, Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve bünyesinde Gençlik Örgütü, Hür Demokrat Partisi, DKP Alman Komünist Partisi, Alman Kiliseler Birliği, Alman Kızılhaç Örgütü ve Alman Komünistler Birliği (Bunt Weat Deutsch) şeklindedir. Alman Dernekler Yasası’na aykırı olarak faaliyet gösteren örgütle bağlantılı çok sayıda dernek ve kuruluş vardır. Bunların tamamı KCDK-E yapılanması altındadır. Ayrıca Türkiye’de örgütün siyasal uzantısı olan HDP’nin de HDK-A olarak Almanya ve tüm Avrupa ülkelerinde HDK-E olarak faaliyet yürütür. HDP, 2023 cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde Emek ve Özgürlük İttifakı altında Yeşil Sol Parti YSP ile girmiş; ittifak olarak 65, YSP olarak 61 vekil meclise sokmuştur. Baden-Württemberg eyaleti Karlsruhe şehri YSP seçim bürosu Alman Sol Parti vekilleriyle birlikte açılışı yapılmıştır. Burada yapılan konuşmada Almanya’daki seçmenlerden eski HDP yeni ismi ile Yeşil Sol Parti’ye YSP’ye oy vermeleri istenmiştir. Örgütün Suriye uzantısı PYD/YPG’nin başta Berlin olmak üzere 7 Avrupa ülkesi başkentinde bürosu bulunur. Açık kaynaklarda ve Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı İç İstihbarat raporlarında da yer almış olan pek çok Alman, YPG saflarında IŞİD’e karşı savaşmak adına Suriye’ye gitmişler; bazıları IŞİD tarafından öldürülür.
Fransa Orta Doğu’da, Osmanlı mirasından daha fazla pay alabilmek için yıllarca Ermeni Diasporasıyla birlikte sömürdüğü Ermeni sorunu ile suni Kürt sorununu da kullandığı bir gerçektir. 1893-1897 arası yıllarda hazırlattığı bir kitapla bölgedeki azınlıklar hakkında çeşitli bilgileri bir araya toplayan Fransa, İngiltere ve Rusya’nın aksine, meseleye bir başka açıdan yaklaşır. Bu politikası, Ermeni ve Turani bir unsur olan Doğu Anadolu Türk aşiretlerinin ari ırktan oldukları, köklerinin bir olduğu iddiasına dayanır.
Lübnanlı yazar Hasan Hamade’nin kitabındaki belgelere göre Fransız Başbakanı Léon Blum, 1936 yılında Sosyalist Yahudi İsrail Başbakanı Chaim Wiezman ile Filistin’den Fırat’a uzanan ve dolayısıyla o güne kadar Fransız mandası altında olan Lübnan ve Suriye’yi de içeren bir büyük İsrail Devleti’nin kuruluşunu müzakere eder. Bu proje, Levant Bölgesi Fransız Yüksek Komiseri Kont Damien de Martel’in şiddetli muhalefeti yüzünden başarısız olur. Fransa ve muhtemelen Birleşik Krallık o dönem Fırat’ın doğusunda bir Kürt devleti kurmayı istemişlerdir.
Orta Doğu’daki İngiliz Rus politikası karşısında fazla bir şey yapamayan Fransa, Hatay-Sancak meselesinde ve 1937 Dersim isyanlarına büyük ölçüde karışmıştır. Daha sonraki yıllarda da İngiltere ve ABD’nin arkasından, bölgedeki politik yerini korumuştur. Hâlen Fransa’da, Fransız hükûmeti tarafından kurulan “Comite de Solidatire a la Revolution Kurd” adlı cemiyet faaliyet göstermekte olup, Paris’te bir Kürt Enstitüsü de açılmıştır. Özünde bölücü terör sorunu sözde ise Kürt sorunu, Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile yeniden öncelik kazanır. Soğuk Savaş’ın ortasında, Mitterrand’ın eşi Danielle, “Kürtlerin (Barzani aşiretinin) annesi” haline gelir. 14 ve 15 Ekim 1989’da Paris’te bir konferans düzenler. 1992 yılında, Anglosaksonların işgali altındaki Irak topraklarında bir kukla Kürt hükûmetinin kuruluşu sürecine katılır. Gerek Fransa’da gerekse de yurtdışında her şeyden önce Kürt davasıyla özdeşleşen Bayan Mitterrand, cumhuriyetin 50. yıl dönümü vesilesiyle düzenlenen resmî bir akşam yemeğinde masada oturan ABD Başkanı Bill Clinton ile şu şekilde bir diyaloğa girer: Bill Clinton Bayan Mitterrand’a, “Hanımefendi, benimle Kürtler hakkında konuşmak ister misiniz? Bu halk ve onların tarihi hakkındaki bilginizden yararlanmaktan memnuniyet duyarım.” der ve Mitterrand’ın Clinton’a deyim yerindeyse özel dersi saatlerce sürer. 2009 Ekim ayında parlamento genel kurulunda yaptığı konuşmada da su ve çevre konularının önemi ile Irak Kürtlerinin, diğer Kürtlere karşı dayanışma içinde birlikte görev yapmaları konusunda tavsiyelerde bulunur[38]
Geniş bir Kürt kökenli nüfusu bünyesinde barındıran Avrupa ülkelerinden biridir Fransa. Bu nüfus içinde örgüt rahatlıkla faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunun yanı sıra PKK’nın entelektüel birikim oluşturduğu merkezlerden biri de Paris’tir. Özellikle eğitim, dil ve yayıncılık konularında örgütün önemli isimleri Paris’te yerleşiktir. Şüphesiz bunda Fransızların Kürtlere ve Kürtçeye duyduğu özel merakın büyük bir rolü vardır. “Kürt Kültür ve Dili” araştırmaları üzerine başkent Paris’te bir de enstitü kurduran Fransa’nın uluslararası arenada Kürtlerin hamisi rolünü uzun zamandan beri üstlenmeye çalıştığı dikkat çekmektedir. Fransa, aynı zamanda Ermenilerin de hamilerindendir. Fransa’nın, özellikle Türkiye Kürtleriyle ilgilenmesinde Fransız Ermenilerinin rolü inkâr edilemez bir gerçektir fakat devlet düzeyinde bir tercihten de bahsedilebilir. Ayrıca Fransa’nın bu bölgeye olan ilgisi ABD ve İngiltere ile olan gizli bir rekabetine de bağlanabilir. Tüm bunlara ek olarak, Suriye ve Lübnan ile tarihî ilişkileri bulunan Fransa, Orta Doğu’yu ve Türkiye’yi ekonomik ve siyasî nedenlerden dolayı da önemsemektedir. Sonuçta nedeni ne olursa olsun Fransa, Türkiye’ye karşı PKK’ya en çok anlayış gösteren ülkelerin başında gelmiş, bu anlayış zaman zaman açık devlet düzeyinde görülmüştür. Özellikle Mitterrand döneminde başkanın eşinin PKK taraftarlarının en önemli savunucusu olması kolaylıkla hatırlanacaktır. Kürtler, o dönemlerde Bayan Mitterrand için “Kürtlerin annesi” olarak isimlendirmişlerdir.
Fransa, günümüzde PKK ve uzantılarını destekleme konusundaki tavrını sürdürmektedir. PKK’yı yasaklı örgüt olarak listesine almış olsa da örgütün Suriye uzantısı PYD/YPG’li Avrupalı eş başkanlarına ve örgütün ileri gelenlerini Elise Sarayı’nda ağırlamaktan geri durmamaktadır. MED-TV’ye, uyduyu Fransa’dan temin eden örgüt hâlen MEDYA TV’nin yayınlarını Fransa’dan sürdürmekte ve İngiltere’yle kıyaslandığında Fransa’dan örgütün daha rahat bir hareket alanı bulduğu belirtilmektedir. PKK’nın, Almanya’da ilişki halinde bulunduğu kuruluşlar arasında Fransız Komünist Partisi, Fransa Sosyalist Partisi ve Avrupa Mülteci ve Göçmenleri Koruma Komitesi (CEDRİ-Fransa) bulunmaktadır. Fransa’dan Suriye’ye sözde IŞİD ile mücadele etmek adına bazı Fransızların YPG saflarına katıldığı bilinmektedir.
Fransız Çimento firması Lafarge, Suriye’de PKK/YPG ve IŞİD’i desteklemiştir. Suriye’de bir tesisinin açık kalması için IŞİD’e milyonlarca dolar para ödediğini kabul eden Fransız çimento şirketi Lafarge, ABD Adalet Bakanlığı tarafından 778 milyon dolar para cezasına çarptırılmıştır. Ne yazıktır ki Lafarge firmasına yönelik Türkiye’de bir dava açılmamıştır.
İngilizler, 18. yüzyıl ortalarında başlayan Avrupa sömürgeciliğiyle 19. yüzyıl başlarından itibaren Orta Doğu’ya egemen olmaya başlar. 18. yüzyıl ortalarında Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı egemenliği, dönemin önemli aktörlerinden İngiltere tarafından uzunca bir dönem desteklenir. Bu dönemde İngiltere’nin amacı, esas olarak Rusya’nın güneye inmesine engel olmaktır. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne verdiği desteğin bir diğer önemli nedeni de İngiltere’nin Fransa ile olan ezeli rekabeti olarak okumak mümkündür[39]. Desteğin kesildiği I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman ittifakını çökertmek için sözde bölge halklarının bağımsızlıklarını sağlayacak güç olarak İngiltere’nin planlarından biri de Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırarak kendi çıkarlarına uygun Orta Doğu’yu sömürmek vardır. 19. yüzyılda Hint Okyanusu’na sınırsız ulaşım amacıyla deniz yollarının kontrolü İngiltere’nin Boğazlar-Nil Deltası ile Basra üçgenine sahip olma politikasına temel oluşturur. 20. yüzyılın başından itibaren İngiltere’nin Orta Doğu politikasına yön veren ana unsur ise petrol olur.
Osmanlı-Rus Savaşının devam ettiği, Doğu Akdeniz ve Boğazlar-Nil Deltası ve Basra jeostratejik üçgeninde varlığını göstermeye başlayan İngiltere’nin, Basra Körfezi’nde ve Arap Yarımadası’nda yeraltı kaynaklarını araştırma ve keşif çalışmaları yoğunlaşır. Özellikle 1800’lü yılların başından itibaren, bölgeye gönderdiği misyonerler ve şarkiyatçılar aracılığıyla Osmanlı ile İran arasında yaşayan Kürtlerle ilgilenmeye başlar. Bu maksatla da East India Company (Doğu Hindistan Şirketi)’nin ilk olarak Bağdat’ta bir şubesinin açılmasıyla 1806 yılında bölgede siyasi faaliyetlere girişir.
Bölgedeki Kürt ve Ermenilerle yakından ilgilenen İngiliz siyasetçi ve istihbarat görevlileri, 1815 yılında Van-Beyazıt bölgesinde Kürt ve Ermeni aşiretlerini Osmanlı’ya karşı kışkırtarak meydana gelen karışıklıkta etkili olurlar. İngiltere, 1821-1822’den itibaren sadece Anadolu’daki Kürt aşiretleri ile ilgilenmekle kalmamış; İran ve Irak’taki Kürt aşiretleri ve uzantıları ile de yakın temasa geçmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası Seyit Abdülkadir başkanlığında merkezi İstanbul’da olmak üzere kurulan Kürt Teali, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti İngiltere tarafından finanse edilmiştir. Ayrıca İstanbul’da Türk aydınları arasında taraftar toplayabilmek maksadıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti, Ermeni Kürt iş birliğini sağlamak amacıyla Ermeni-Kürt Hoybun Cemiyeti gibi kuruluşlar İngiltere’nin teşvik ve yardımları ile faaliyete geçmişlerdir[40].
İngiltere’nin bölgedeki siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumak maksadıyla Irak’ın Kuzeyinde bulunan Kürt aşiretlerine ve hatta oradan da Anadolu’daki Kürt kökenlilere el attığı ve bu bölgede tampon olarak bir Kürt devleti üzerinde çalıştığı görülür. Bu çerçevede Serves aşamasında bu girişimlerde bulunulduğu, Mart 1921’de yer alan Churchill’in Kahire Teşebbüsü çerçevesinde Irak’ın Kuzeyinde bulunan Kürtlerin durumunun gözden geçirildiği anlaşılır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu Osmanlı İmparatorluk topraklarının işgal edilmesiyle, Kürtler de bağımsızlık peşine düşerler. Bu amaçla kurulan, Kürt Teali Cemiyeti, İngiltere’nin mandası altında bağımsız bir “Kürt devleti” kurmayı öngörmüştür. Bu cemiyet, cumhuriyetin ilanından sonra resmen dağılmışsa da Kürt İstiklal Komitesi adı altında faaliyetine devam etmiştir. İsyan başladıktan sonra Seyyit Abdülkadir, İstanbul’daki Kürtleri, silahlı bir irtica hareketine sevke teşebbüs etmiş, bu yolda planlar hazırlamıştır. İngiltere, millî mücadele ve cumhuriyet döneminde çeşitli bölgelerde çıkan isyanların çoğunda birinci derecede rol oynamıştır. Şeyh Sait olayının İngilizlerle ilgisinin bulunduğu artık bilinen bir gerçektir.
Kürt sorununun ilk hamisi olan İngiltere, MED-TV ve CTV’nin yayınlarına izin vermiş, ülkede çok sayıda PKK militanı bulunduğu ve aktif olarak örgütü destekledikleri bilinmektedir. Öcalan’ın açıkça ifade ettiği gibi Londra’da MED ve MEDYA TV’ye dönük olarak açılmış destek hesapları, bazı vakıflar ve pek çok şirketler bulunur. Lordlar ve Avam Kamarası’nda PKK yayınlarının hararetli savunucuları boy göstermiştir. Londra merkezli birçok dernek ve kuruluş, PKK’ya ve yayınlarına açık destek verirler. İngiltere, hükûmet nezdinde bu tür yayınları desteklemektedir. İngiltere, KYB ile yakın ilişkiler içinde olan ve PKK’nın yayın organı MED-TV’nin uzun süre yayın yapmasına izin vermiş, bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını teşvik etmektedir.
İngiltere’de 19 Şubat 2001’de yürürlüğe giren yeni yasayla, PKK ve benzeri örgütlerle mücadelede cesur bir adımdır. Bunun yanı sıra hükûmetin Şubat 2001’de yasaklanan terör örgütleri arasında PKK ve DHKP-C’yi de saymış olması terörizmle iş birliği açısından ümit vericidir. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi İngiltere, binlerce PKK taraftarının üstlendiği bir ülke olarak bundan sonra da Türkiye’nin yakından takip etmek zorunda olacağı bir ülkedir. PKK veya başka bir isim adı altında benzeri faaliyetler kaçınılmaz olarak devam edecektir. Keza PYD’nin Londra’da bürosu vardır. Bu durum PKK’nın Avrupa’da yasaklanmasının ardından değişik isimler altında örgütlenmeye ve faaliyetlerine devam ettiklerini gösterir. İngiltere ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer önemli nokta da İngiltere’nin, İsveç’ten sonra PKK açısından önemli bir entelektüel birikim merkezi haline gelmiş olmasıdır. Diğer bir deyişle yayıncılık ve eğitim alanlarında örgütün yazım kadrosu denebilecek grupta İngiltere’de yerleşik olanların sayısı İsveç’ten sonra başı çekmektedir.
İsrail, coğrafi olarak Orta Doğu havzasında bulunan küçük bir devlettir. Ancak üç semavi din açısından önemli olarak kabul edilen alanda kurulmuş olması, devlet terörünü yöntem olarak benimsemesi; Filistin sorunu ve Arap dünyası ile olan ilişkiler dolayısıyla Türkiye’nin de bulunduğu bölgede kuruluş öncesinde ve sonrasında patolojik güvenlik sorunları olan ve politikaları sıkça eleştirilen bir devlettir. Bunların dışında İsrail, ABD ile sıkı ilişkileri bulunan, bölgede nükleer silaha sahip tek devlet olması ve ileri askerî ve istihbarat teknolojisine sahip bulunmasından ötürü önemli bir devlettir[41].
İsrail’in, Irak’ın kuzeyine duyduğu ilginin tarihi ve dinî temelleri Tevrat’a dayandırılır. Hz. Musa’ya, “Nil nehrinden, Fırat ırmağına kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” denilerek bölge, Doğu Anadolu ile kutsal Yahudi yurdu Siyo’un sınırları içerisinde gösterilir. İsrail, Irak’ta işbaşına gelen Baasçılardan çekinmiş, 1961’de Irak’ın kuzeyinde ayaklanmaya teşvik ettiği isyancılar ile 1963 yılında yeni bir irtibat kurarak onları yönetmiş ve yönlendirmiştir. İsrail, Irak ordusunun vurucu bir güç olmaktan çıkması için ırk ve mezhep ayrımını derinleştirmek için çabalamıştır.
Bölücü terör örgütü lideri Öcalan’ın, Suriye’den gönderilmesi sonrasında iki ülke arasında gerçekleşen üst düzey ziyaretler ve ardından imzalanan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkilerinin gerilimden uzaklaşarak toplumsal kaynaşma alanına dönüşmesi; Türkiye’yi Arapları zayıflatan bir tehdit unsuru olarak kullanan İsrail’i rahatsız etmiştir[42]. İsrail’in, Orta Doğu’ya yönelik projesinin Kürt temsilcisi Mesut Barzani’dir. Bu durum ülkemiz için tehlikeli bir unsuru oluşturmaktadır. Barzanilerin liderliğini yaptığı Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kurmançlar ile Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan vatandaşlarımızın bir kısmı ile aynı lehçeyi konuşmaktadır. Bu durum coğrafyada ve etnik olarak aynı ama devlet olarak ayrı olan Kürtlerin ayaklanmalarına neden olabilecek sebepleri içinde barındırır.
Orta Doğu’nun parçalanması açısından kurulması planlanan Kürt devletine giden ilk adım, Irak’ın sonrasında Suriye’nin bölünmesi olmuştur. Türkiye üzerinde kendi müttefiklerince dayatılan bu stratejinin coğrafi derinliği göz önüne alındığında; Kürtlerin yaşadığı bölgenin jeopolitik özellikleri esas neden olarak arka planda yer alırken insan hakları, azınlıklar gibi kavramlar devletin karşısına konularak ulusalcı politikaların eritilmesi ve devletin güçsüzleştirilmesi hedeflenmektedir. İsrailli araştırmacılar, 1980 yılından bu yana Türkiye’deki azınlık sorunlarını ve etnik sorunları derinlemesine incelemektedir. Bunun anlamı; Türkiye gelecekte Arap müttefiki olarak İsrail’e düşmanca bir tutum takınırsa o zaman bu İsrail için çok büyük bir tehdit oluşturur. Bu nedenle Türkiye’nin istikrarsızlığı, İsrail için son derece önem taşır.
İsrail’in bu ve benzer konuları inceletmesinin bir diğer sebebi de kurmak istediği federasyonun bir parçası olan “Kürt devletinin” beşerî temellerinin atılmasıdır. Bu bağlamda İsrail’in bölgeye yönelik projesinin temelinde su ve toprak kaynağı olan Fırat ve Dicle nehirleri birinci hedeftir. 26 Ekim 1994 tarihinde yayınlanan başbakanlık genelgesinde Güneydoğu Anadolu’nun kendine has yapısı gerekçe gösterilerek, bölgede toplu çiftlikler merkezi köylerin ve aile işletmelerinin kurulması planlanmıştır. Ancak yöre halkının başvuruları güvenlik nedeniyle reddedilir. Bu genelgenin yayınlandığı hafta Türkiye Musevi Cemaati’nin temsilcisi olan Nesim Levi, Türkiye’den İsrail’e göç etmiş olan Yahudi ailelerinin bir kısmının Türkiye’ye geri dönerek Şanlıurfa yöresine yerleştiğini söyler. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bölgesine sistematik bir şekilde Yahudi nüfusu yerleştirilmiştir. Buraya yerleşen Yahudiler daha önce GAP’ta kendi şirketlerine toprak tahsis edilmesini istemişlerdir.
İsveç’in, Kürtlere olan ilgisi de en az Ruslar, İngilizler ve Japonlar kadar eskidir. Bölücü terör örgütü PKK ile İsveç’in stratejik ilişkileri Kürtçe ve Kürdoloji çalışmalarıyla başlamıştır. Stratejik ilişkilerin yoğunlaştığı 1960’larda başlayan Kürtlerin göçü özellikle 1970 ve 1980’lerde kitleler halinde “siyasi sığınmacı” akınına dönüşmüştür.[43] Özellikle 1980 Askerî Darbesi sonrasında akın eden bölücü terör örgütüyle ilişkili pek çok militan, özellikle sürgündeki Kürtçü entelektüellerin İsveç’te oluşturduğu diaspora üzerinde dönemin İsveç yönetiminin gözlerinin önünde baskı kurmuş, kontrol altına almışlardır. Diasporaya yönelik kurulan baskılar sonucu, Stockholm ve civarında örgüte muhaliflere yönelik suikastlar düzenlemişlerdir. Bu eylemlerle bölücü terör örgütü PKK aynı zamanda genel olarak hem örgüt içinde hem de dış ülkelerdeki örgüt yapılanmalarında tüm muhaliflere yönelik gözdağı vermişlerdir. Bu durum, 1980’ler boyunca PKK’lı “kitle” oluşturma konusunda örgütün önünü oldukça açmış ve örgüt Kürt diasporasının bir kısmını 1990’larda kültür-dil temalı derneklerin çatısı altında örgütlemiştir. PKK, bu dernekler aracılığıyla örgüt tabanını oluşturmuş ve bu kitleyi finans temini, militan devşirme, lobi faaliyetleri ve propaganda yapmak için yönlendirmiştir. Denilebilir ki PKK’nın tüm Avrupa genelinde yayımlanan Kürtçe ve örgüt propagandalarının ana merkez ülkesini İsveç oluşturmaktadır.[44]
PKK, lobi faaliyetleri kapsamında İsveç özelinde siyasi gruplar, partiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) iç içe olmuştur. Bu anlamda İsveç parlamentosunda yer alan başta Sol Parti ve siyasileri olmak üzere diğer sosyal demokratlar ve Yeşillerden de siyasiler; PKK’nın tüm Avrupa genelinde terör örgütleri listesinden kaldırılması ve Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması gibi çok sayıda husus gündemde tutulmuştur. 1981 Kongresi ile lojistik ihtiyaçlarını karşılamak adına Avrupa’da enstitü ve vakıf açma kararı alan PKK, İsveç’te 1990’lardan sonra tam anlamıyla örgütlenmeye başlamıştır. 2000’li yıllarda ise elde tuttuğu finans ve siyasi destek sayesinde sivil toplum alanına yönelerek buradaki varlığını çeşitlendirmeyi amaçlamıştır. Bu anlamda 2005 sonrasında farklı TV kanalları kuran örgüt para aklama, vergi kaçakçılığı ve propaganda faaliyetlerini birlikte yürütmüştür.
Europol 2022 Durum ve Trend Raporu’na göre bölücü terör örgütü PKK, İsveç üzerinden yıllık 1 milyon avronun üzerinde gelir elde etmiş; kurduğu vakıf ve dernekler aracılığıyla terör eylemlerinin finansmanını ve propaganda faaliyetlerinin sürekliliğini sağlamıştır. İsveç Devleti, PKK’nın ülkedeki pek çok illegal faaliyetlerine göz yummuş, özellikle 2011’den sonra Suriye İç Savaşı’nda PKK’nın, Suriye’de uzantısı PYD/YPG yapılanması eksenindeki gruplar ortaya çıkmıştır. Bu durum İsveç’ten çok sayıda İsveç vatandaşı teröristin PYD/YPG saflarına katılmasına neden olmuştur. Rolling Stone Magazine’de Seth Harp, YPG içindeki belirli bir fraksiyon olan Antifa International Tabur’un analiziyle YPG’nin İspanya, İrlanda, İsveç, İngiltere, Kanada ve ABD dâhil olmak üzere birçok Batı ülkesinden yabancı gönüllüleri nasıl çektiğini ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır[45].
Bunun yanı sıra PKK, terör örgütü olarak tanınması nedeniyle PYD/YPG gibi paravan yapılanmaları kullanarak İsveç’te gösteriler düzenlemeye devam etmiştir. Avrupa’nın pek çok ülkesinde yasaklı olmasına karşın örgütün pek çok illegal ve yasaklı gösteri ve faaliyet izinlerinin alınmasında Sol Parti ve ilişkili siyasetçiler etkin rol oynamışlardır. İsveç, PKK’yı terör örgütü olarak tanımasına rağmen, Malmö’deki meclis binasında 2022 başında İsveçli Sol Partili vekiller ve siyasiler örgütün flamaları ve Öcalan fotoğraflarıyla poz vermişler; bu durumu İsveç Dışişleri Bakanı Tobias Billstörm: “PKK bir terör örgütüdür ve bu yapılanlar İsveç demokrasisine sığmaz.” diyerek Sol Parti ve vekillerini eleştirmiştir. Özellikle İsveç’in NATO’ya katılımıyla ilgili süreçte Türkiye’nin haklı gerekçeleri ve koyduğu şerhler üzerine İsveç Parlamentosu, Haziran 2023’te yeni terörizmle mücadele yasası çıkartmasına karşın örgüt hâlen İsveç sokaklarında fink atmaya devam etmektedir.
1955 yılına kadar SSCB ile paralel bir Orta Doğu politikası izleyen Çin Devleti, Orta Doğu ülkeleri ile sıcak ilişkiler kuramamasına rağmen bu ülkelerin bağımsızlık çabalarına çok ciddi olmasa da destek vermiştir. 1972 yılında ABD ile ilişki kurulması ve SSCB ile yollarının ayrılmasına rağmen Çin, Orta Doğu’daki ulusal kurtuluş hareketleri ve anti-emperyalist hareketlere desteğini hiçbir zaman esirgememiştir. 1980’lerde Çin’in politikası daha ılımlı hâle gelmiştir. Pekin, teröre desteğini kesmiş ve barış sürecini desteklemiştir. 1980’lerin sonunda Çin’in politikası açık bir şekilde her iki tarafla da dengeli hale gelmiş ve nihayetinde 1992’de Madrid Konferansı’nda İsrail ile diplomatik ilişkiler kurmuştur.
Çin, bölgede barışın sağlanmasının hem bölge istikrarı için hem de Çin’in ekonomik ilişkileri için gerekli olduğunu görmüş ve terörist faaliyetler ile İsrail’in eylemlerini barış sürecini tehdit ettiğinden dolayı kınamıştır. Çin, nükleer silahlanmayı, Soğuk Savaş döneminde Avrupa’da olduğu gibi, bölgedeki terörü dengeleyerek istikrar için bir araç olarak görmektedir. Aslında Orta Doğu’daki ülkelerin Çin ve Kuzey Kore’den temin ettiği nükleer başlıklı füzeler bölgede yeni bir kanlı savaş korkusunu arttırmaktadır. Çin, enerji güvenliği konusunda Suudi Arabistan, Irak, İran ve Sudan gibi kendi ana petrol üreticisi ülkelerle açık bir şekilde ikili ilişkiler yürütmektedir. 21. yüzyılın yükselen ekonomik gücü olarak görülen Çin, giderek artan ölçüde Orta Doğu petrolüne bağımlı hâle gelmiştir. Çin yıllarca büyük güç olma amacı ile Orta Doğu’da karmaşık bir politika uygulamıştır. Bölgedeki anahtar ülkeler ile olan ilişkilerinin hacmi her zaman ABD ve BM içindeki ilişkileri ile orantılı seyretmiştir. Bölgede özellikle yaptığı askeri satışlar ve bölgenin önemli ülkeleri ile kurduğu ikili ilişkiler Çin’e ekonomik ve diplomatik manevra gücü kazandırmıştır.
Çin, diğer büyük güçler gibi silah ihracatına karşılık petrol alımı düşüncesi taşımaktadır. Orta Doğu’daki silahlanma yarışı ve çatışmaların sürmesi Çin’in çıkarınadır. Çin, Orta Doğu’da uyguladığı politikaların daha tesirli olabilmesi için kendi politik çıkarları ile uyuşmayan/ters düşen Türkiye, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelerle de ilişki kurmaktan çekinmemiştir. Dünya dengelerinde yükselen güç olarak tanımlanan Çin, Orta Doğu’ya yönelik politikasını, Soğuk Savaş döneminde uyguladığı tarafsızlık bloğu çizgisini yeni unsurlarla takviye ederek sürdürmektedir. Arap dünyasında, tarafsızlar bloğunu önemseyen liderler tarafından bu politika desteklenmiştir[46].
Soğuk Savaş sonrası dönemde Arap dünyasındaki batı etkinliğine karşı en ciddi tepkiler Çin’den gelmiştir. Hemen her ABD müdahalesi BM’de doğrudan ya da dolaylı bir Çin tepkisi ile karşılaşmıştır. Çin’in gelecekte bu bölgede süreklilik arz eden politikasını güçlendirmesi beklenmektedir. Bu çerçevede ABD-İsrail eksenine karşı Sovyetlerin bıraktığı boşluk faydacı anlamda AB tarafından, daha ideolojik alanda da Çin tarafından doldurulabilir. Türkiye’nin politik olarak Çin’e karşı pasif tavrında Çin’in BM Örgütü’nün oy kullanan beş ülkesinden biri olması ve Bir Kuşak Bir Yol projesinden ötürü etkisi fazladır. Bütün bu pasifliğe rağmen Çin, Kıbrıs konusunda BM kararlarının uygulanması ve tek bir Kıbrıs devletinin kabulünden yanadır. Kıbrıs Rum kesimiyle son yıllarda sıklaştırılan ikili ilişkiler hep Türkiye aleyhine gelişme ve söylevlerle sonuçlanmıştır[47].
Çin, Uygur Türklerinin bağımsızlık hareketine dışarıdan gelebilecek en ufak bir müdahaleye veya desteğe karşı oldukça duyarlıdır. Çin’in, Türkiye’ye bakışında tedirginliğe sebep olan konu şüphesiz Uygur Türkeri’nin yaşadığı Doğu Türkistan’dır. Çin orduları 1878’de Doğu Türkistan’ı tamamen işgal etmiştir. 1933 ve 1944 yıllarında iki kere kurulması denenen Doğu Türkistan Cumhuriyeti, ilkinde Rusların yardımıyla Çin ordusu tarafından bastırılmış ve bir sömürge haline getirilmiştir. Özellikle Doğu Türkistan’ın bağımsızlık hareketi Türkiye’de devlet politikası olarak resmen desteklenmese de halk nezdinde karşılığı vardır. Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlalleri birçok defa protesto edilmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanması Doğu Türkistan’daki bağımsızlık hareketlerini arttırmıştır.
Çin, PKK terör örgütüne de sıcak yaklaşımlar sergilemiştir. Du Ren’ın “Kürtler, Türkiye ve Çin’in Stratejik Çıkarları” konulu yazısında Pekin yönetiminin Kürt meselesinde yeterince dış politika uygulayamadığını şu sözlerle dile getirir: “İnsanlar düşünürler, tek başına sığınak bulmaya çalışan Öcalan’ı koruyan Yunanistan Pekin hükûmetinden destek istedi mi? Pekin nasıl cevap verdi? Türkiye, gizlice Doğu Türkistan bölücülerini korumaya devam ederken Çin, Öcalan olayına karışsa idi sadece Türkiye’ye karşılık vermekle kalmayacak, aynı zamanda Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir siyasi koz olacaktır.” diye kaydetmektedir[48].
Doğu Türkistan davasında son derece ılımlı /insani tavırlar sergileyen Japonya’ya karşı da Çin’in tavrı farklıdır. Çin, çıkarlarına ve özellikle “terörist” olarak nitelediği Doğu Türkistanlılara karşı destek tavırlarını sergileyen ülkelere karşı tahammülsüz bir tutum içindedir. Büyük güçlerin tersine Çin, çıkarlarına ters düşen gelişmeler karşısında oldukça sinsi ve derinden politika/stratejilerini yürütmektedir. Bu stratejilerini kimi zaman ilgili ülkenin içinde Çin Muhibbileri üzerinden, kimi zaman Çin istihbaratına çalışan ajan ya da aparatları üzerinden, kimi zaman da elindeki güçler bakımından kullanmaktadır. Özellikle ABD ile ikili ilişkileri son derece yakın olan bölge ülkelerine yönelik Çin politikalarını önümüzdeki süreçte çok daha aktifleşeceğini göreceğiz. Bu bağlamda sadece bölücü terör örgütü PKK/YPG’yi desteklemekle sınırlı kalmayacak, bölgesel terör ve organize suç örgütlerine yönelik stratejilerini devreye sokacaktır. Çin’in bu stratejileri açıktan veya örtülü olarak silah, propaganda, finans ve siyasi-ekonomik alanlarda sürmektedir.
Sonuç olarak pek çok ülke, sözde çıkarları gereği bölücü terör örgütü PKK ile olan stratejik ilişkilerini doğrudan veya dolaylı olarak sürdürmektedir. Terörizmle mücadele, tek bir ülkenin verdiği mücadele ile başarıya ulaşamaz. Ancak görülmektedir ki Türkiye, terörizmle mücadelede bu makalede bahsi geçen ilişki halindeki ülkelerle olan ilişkilerinde terörizmle mücadele noktasında bir iş birliği sağlamaya çalışıyorsa da birtakım ülkelerin pek çok neden ötürü bu mücadelede samimi olmadıkları görülmektedir. Bu durumda terörizmle mücadele tıpkı terör ve terörizmin tanımlanması yani tanınmaması gibi terörizmle de mücadele de başarısız olmaya devam etmektedir. Terörizmle mücadeleye yanaşmayan pek çok ülke olmakla birlikte, bu ülkelerin mücadelede etkin ya da istekli olmamalarının da pek çok nedeni vardır. Bu konu ayrı bir makale konusudur ancak terör örgütlerini bitirmek, sadece sahada yenmekten ibaret değildir. Terör örgütünün yenilmesi, büyük oranda terörün beslendiği kaynakların kesilmesinden geçmektedir. Bunda da terör örgütü PKK’ya ya da diğer terör örgütlerine verilen pek çok desteğin ve korumanın sonlandırılması gerekmektedir. Terörizmle mücadele ancak iş birliği içinde gerçekleştirilebilecek bir kolektif mücadeledir. Terörizmle mücadelede samimi olmayan ülkeler unutmamalıdır ki terörizmin bumerang etkisi vardır ve elbet bir gün o etki kendilerini bulur.
[1] Uluslararası Güvenlik ve Dış Politika Araştırmacısı, oemerkalayci34@gmail.com
[2] Ömer Kalaycı, PKK’nın Siyasallaşma Çabaları: Almanya İsveç Örneği, 2022, İstanbul, Cinius Yayınları.
[3] Tuğba Evrim Maden, “Kriz Dönemlerinde Su Politikaları: Türkiye-Suriye”, 2012, s.91 43
[4] Sedat Benek, “Türkiye-Suriye ilişkilerinin Sosyal Coğrafya Açısından Tarihsel Arka Planı”, 2016, s. 184
[5] Erdem Erciyes, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye ilişkileri”, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s. 108
[6] Ümit Özdağ, “Türk Ordusunun PKK Operasyonları”, İstanbul, Pegasus Yayınları, 2008, s.48
[7] Aybüke İnan, “Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı ve Türkiye-Irak İlişkileri (1973-2011)”, 2013, s.82
[8] Ali Semin, “Türkiye’nin Irak Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı” 2011, s. 200 45
[9] Berkan Öğür, Zana Baykal ve Ali Balcı, “Kuzey Irak-Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İş birliği”, 2014, s. 47
[10] Bilal Sağlam, “Terörizm Bağlamında Türkiye-İran İlişkileri”, 2015, s. 1
[11] Sağlam, a.g.e.,s. 11,46.
[12] Bayram Sinkaya, “Suriye Krizi Çerçevesinde İran-PYD İlişkileri: Taktik Ortaklık”, Ortadoğu Dergisi, 2015, s. 51
[13] İlyas Koç, “İran Dış Politikasında “Takiye”: PKK Örneği”, 2014, s.105
[14] Yemenici, a.g.e.,s. 72
[15] Akmaral, a.g.e., s. 255
[16] Fatih Özbay, “Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri: 1992-2010”, 2011, s.39.
[17] Serdar Bülent Yılmaz, “PKK’nın Laiklik Hassasiyeti”, 2009, s.36
[18] Mitat Çelikpala, “Rekabet ve İş birliği İkileminde Yönünü Arayan Türk-Rus İlişkileri”, Bilig Dergisi, 2015, s. 126
[19] Geniş bilgi için bknz: Ömer Kalaycı, Türkiye AB İlişkileri Bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, 2019, İstanbul.
[20] Ömer Kalaycı, a.g.e., 2019.
[21] Ömer Kalaycı, a.g.e. 2019.
[22] Ömer Kalaycı, a.g.e. 2019
[23] Bknz: Ömer Kalaycı, a.g.e., 2019.
[24] Kalaycı, Ömer; “PKK’nın Siyasallaşma Boyutunda Almanya – İsveç Örneği”, Cinius yayınları, 2022, S. 156.
[25] Irak’ın yer aldığı kamp bazen değişiklik göstermiştir.
[26] Kalaycı, Ömer, 2022, S. 157-160.
[27] Public Library of US Diplomacy, Greel Cypriot Liberation Army (EKAS). Erişim Tarihi 10 Kasım 2022.
[28] Soğuk Savaş: 1975 yılında Helsinki’de imzalanan AGİK Zirvesi’nde son bulmuştur. Fiili olarak 1985 yılında iktidara gelen Gorbaçev’in Glasnot ve Prestroyka ilkelerinin de etkisiyle 1989 yılında Komünizmin çöküşü ile 1990 Paris Yasası ve en nihayetinde 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla son bulmuştur. Tüm bu gelişen sürece rağmen, rakip, hasım devletler o dönemin soğuk savaş mantığını günümüzde de dış politikalarının bir argümanı olarak kullanmaktadırlar.
[29] Taneri, Aydın, “Türkistanlı Bir Türk Boyu Kürtler”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, s.153- 155, Ankara, 1983.
[30] Geniş bilgi için bkz: Naim Babüroğlu, “Çanakkale 1915: Almanların Büyük Tuzağı”, Asi Kitap, İstanbul, 2017.
[31] Öcalan Anlatıyor: PKK’ya Yardım Eden Devletler, http://www.turkishnews.com/tr/content/2012/10/01/ocalan-anlatiyorpkk-ya-yardim-eden-devletler/ , Erişim Tarihi: 14 Kasım 2022.
[32] “Şebnem Korur Fincancının kimyasal silah iftirası”, 22 Ekim 2022.
[33] “Almanya’dan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mektup: Fincancıyı derhal serbest bırakın”, 08 Kasım 2022.
[34] Kenter, Gönül, Almanya’nın Türkiye Karşıtı Politikaları, 18 Ağustos 2015.
[35] . AB Terörizm Durumu ve Eğilim Raporu (TE-SAT)
Terör olgusunu gözden geçirmek, 14 Haziran 2023,
https://www.europol.europa.eu/publications-events/main-reports/tesat-report
[36] Bundesverfassungsschutz Bericht 2022, https://www.dsn.gv.at/501/files/VSB/VSB_2022_bf_12052023.pdf
[37] Özdağ, Ümit, “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, s. 61-64.
[38] Institut François Mitterrand, https://www.mitterrand.org/danielle-mitterrand-et-les-kurdes.html , 14 Ocak 2013.
[39] Bkz: Beril Dedeoğlu, “Ortadoğu Üzerine Notlar”, s:10-11.
[40] Atila Şehirli, “Türkiye’de Bölücü Terör”, Burak Yayınları, İstanbul, 2000, s.133-134.
[41] Kekevi, Serkan, “Batının Çöküşü ve Türk Dış Politikası”, s.241-242.
[42] Nureddin, Muhammed, “Türkiye ve İsrail Çıkar Çelişkisi”, El Şark Gazetesi, 11 Nisan 2005.
[43] Bknz: Ömer Kalaycı, PKK’nın Siyasallaşma Çabaları Almanya İsveç Örneği, Cinius Yy., İstanbul, 2022.
[44] Ömer Kalaycı, a.g.e., 2022.
[45] Murat Tınas ve Ahmet Demirden, PKK/YPG’deki Yabancı Terörist Savaşçılar, Polis Akademisi Yayınları: 123 Rapor No: 48 ISBN: 978-605-7822-72-7 Ağustos 2021, Ankara.
[46] Karaca, R. Kutay, “Dünyadaki Yeni Güç Çin, Tek Kutuptan Çift Kutuba”, İstanbul, 2003, s.137-149.
[47] Karaca, a. g. e, s.150-157.
[48] Karaca, a. g. e, s.187.
Not: Çalışma ilk kez 9 Ekim 2023 tarihinde Ömer Kalaycı WordPress sayfasında yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Yorum Yaz