Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Zaten bir üyeliğiniz mevcut mu ? Giriş yapın
Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Üyelerimize Özel Tüm Opsiyonlardan Kayıt Olarak Faydalanabilirsiniz
BIDEN DOKTRİNİ: SAVAŞ YERİNE DİPLOMASİ VE DEMOKRASİYE VERİLEN BÜYÜK ÖNEM
Akademisyen ve Avrupa Birliği Uzmanı
BDU Uluslararası İş İnsanları ve Diplomatlar Birliği Başkanı
2. Dünya Savaşı, Avrupa için siyasi, askeri ve ekonomik yönden yıkım olmuştu. Bu savaşta milyonlarca insan öldü ve yine milyonlarca insan kayboldu. Avrupa ülkeleri, savaş sonrasında, birbirleriyle bir daha savaşmayacak şekilde yeni bir oluşuma gitti. Schuman Deklarasyonu ile Fransa, Almanya (Batı), İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksenburg olmak üzere 6 ülke, Önce AKÇT’yi, ardından EUROTOM ‘uve daha sonra da 25 Mart 1957’de imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nu kurdu. AET, bir barış projesi olarak ortaya çıktı. Bu üç yapı o kadar başarılı oldu ki bugün bu yapı ekonomik ve siyasi bütünleşme modeli ile dünyada tektir. Avrupa Birliği bugün 60. Yılını geride bıraktı. AET’den, Avrupa Birliği’ne uzanan bu yolda elde edilen başarıyı; tam ekonomik birleşme, parasal birlik ve nihayetinde Avrupa Birliği Devleti diye tanımlayabiliriz. Dünya çok boyutlu bir yöne doğru gidiyor. İki Kutuplu Dünya Düzeni yıkıldı. Küreselleşme ve küreselleşme içinde yeşeren, bölgesel ekonomik entegrasyonlar, işbirliği ve güç birliği açısından çok önemli hale geldi. Küresel güçler, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da enerji kaynaklarını ele geçirmek için büyük güç savaşı vermektedir. Dengeler sürekli değişmekte ancak küresel hegemonya hep aynıdır. Dünyanın aksı, Atlantik’ten Pasifik’e kaymaktadır. Çin ekonomik ve askeri alanda yakın gelecekte dünyada lider olacaktır. Rusya ve Çin siyasi, ekonomik ve askeri alanda geçmişten gelen kuvvetli bağlara sahiptir. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) bunun en güzel kanıtıdır. Türkiye Bölgesel Güç olmak için mücadele verirken, mensubu olduğu Batı İttifakı’ndan beklediği ve istediği siyasi ve askeri desteği alamamıştır. Üstelik 1963’den beri de Avrupa Birliği Kapısı’nda bekletilmektedir. Türkiye, global sistem içinde hak ettiği saygınlığı kazanmak üzere, Orta Asya’da yeni bir Ekonomik Birlik oluşturma konusunda girişimde bulunmalıdır. 54 yıldır devam eden Avrupa Birliği ile olan ilişkilerin bilgi birikimi ve deneyimi ile Rusya’yı da yanına alarak, Avrupa Birliği Modelinde Orta Asya Ekonomik Birliği’ni kurabilmelidir. Unutmamak gerekir ki 70 yıl önce Avrupa Birliği kurulacağına kimse inanmazdı.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Orta Asya, Entegrasyon, Türkiye, Ekonomik Birlikler, Karadeniz Güvenliği, Kurumlar, Karar Mekanizmaları.
World War II was a political, military and economic destruction for Europe. Millions of people were died in this war and millions have been lost. After the war European countries released a new formation so that they would not fight each other again.With Schuman Declaration, six countries- France, Germany (West), Italy, Belgium, Netherlands and Luxembourg firstly established ECSC, then EUROTOM and the European Economic Community (EEC) by the Treaty of Rome on 25 March 1957. The EEC has emerged as a peace project. These three structures has been so successful that today this structure is unique in the world with its economic and political integration model. The European Union has completed 60 years. In this path from the EEC to the European Union we can describe this success as a full economic unification, monetary union and ultimately the European Union State. The world is moving in a multi-dimensional direction. The bipolar world order has collapsed. Globalization and regional economic integration in globalization has become very important in terms of cooperation and power unity. Global forces are struggling for power in the Middle East and Central Asia to seize energy sources. The balances are constantly changing, but the global hegemony is always the same. The world’s axle is shifting from the Atlantic to the Pacific. China will be the world’s economic and military leader in the near future. Russia and China have strong roots from the past in the field of politics, economy and military. The Shangai Cooperation Organization (SCO) is the best proof of this. While Turkey was struggling to become a religional power, it did not receive the political and military support it expected from the Western Alliance that it belonged to. Moreover, Turkey has been waiting in the door of the European Union since 1963. Turkey should make an attempt to establish a new economic community in Central Asia in order to earn the respect, it deserves in the global system. With the knowledge and experience of relations with the European Union, which has been going on for 54 years. Turkey should establish the Central Asian Economic Union with Russia in the European Union Model. It should not be forgotten that no one would believe that European Union would be eastablished 70 years ago.
Keywords: European Union, Central Asia, Integration, Turkey, Economic Unions, Black Sea Security, Institutions, Decision-Making Process
Türkiye; Osmanlı’dan bu yana neredeyse üç yüz yıla yakındır Avrupalı olmak için çaba sarf ediyor. Cumhuriyet sonrasında ise Avrupalı olma fikri; “Batılılaşma” veya “muasır medeniyet seviyesi” olarak tanımlandı ve bu yolda önemli ama yavaş ilerlemeler kaydedildi. Bizler Cumhuriyet Dönemi’nde, Batılılaşma ve değişim için uğraşırken, Avrupa’da boş durmadı. Avrupalı siyaset, bilim ve felsefe insanları, Avrupa’yı “bütüncül” hale getirecek fikirleri ve görüşleri tartışmaya başladı.
Nitekim bu tartışmalar, Avrupa’yı yeni bir oluşuma yöneltti. Bu oluşumun adı; Birleşik Avrupa’ydı.[1] Birleşik bir Avrupa’nın varlığı demek, Avrupa’yı bir daha savaşmayacak şekilde bir araya getirmek demek oluyordu. Gerçekten de Avrupa Birliği’ne giden yolda ilk adım “Schuman Deklarasyonu (9 Mayıs 1950)” oldu. Jean Monnet ile birlikte hazırlanan bu “Deklarasyon” ile AB’nin temelleri atılmış oluyordu. Önce 1951’de Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT), ardından 1957’de Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kuruldu.[2] Bu iki örgütün özelliği ise “suprarasyonalist[3]” olmasıydı. 1958 yılına gelindiğinde ise Avrupa’da dönüşüm süreci yaşandı ve Roma Antlaşması ile yeni bir yapılanma modeli oluşturuldu: “Avrupa Ekonomik Toplulukları (AET)”
AKÇT ve AAET, AET’nin tek çatısı altında birleştirildi. Böylece 3 Yapılı bir AET oluştu. Her biri için Karar Mekanizmaları (Konsey ve Komisyon) kuruldu ve kararlar suprarasyonel (uluslarüstü) bir anlayışla alındı. 1961’de, AKÇT, AAET, AET, (karar mekanizmaları da dahil olmak üzere) tümüyle birleştirildi ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını aldı. Bundan sonraki süreçte ise 1987’de Tek Avrupa Senedi kabul edildi. Tek Avrupa Senedi ile ekonomik entegrasyonun en önemli ayakları sayılan ve 4S[4] olarak formüle edilen, Malların Hizmetlerin, Sermayenin ve Kişilerin Serbest Dolaşımını kapsayan yapı tamamlanmış sayıldı. Hemen ardından da parasal birlik yolunda ECU ile önemli adım atıldı. (ECU daha sonra EURO olarak değişti)
Sonuç olarak temelleri 1951 yılında atılan Avrupa Birliği fikrinin ilk aşamasının Birincil amacı olan “Avrupa’da güvenlik ve sosyal ilerlemeyi sağlayan ekonomik ve politik bir birlik ve ikincil hedef olan “ortak politik ve ekonomik girişimleri güvence altına almak için ulusal egemenlik haklarının kısmen devri” Tek Senet ile gerçekleşmiş oldu. Ekonomik Entegrasyon tamamlanmıştı. Sıra bu başarının üzerine “siyasi entegrasyonu” inşa etmeye gelmişti. Siyasi entegrasyonun ilk harcı kabul edeceğimiz tarih ve olay da 1993 Maastricht Antlaşması’dır. Bu Antlaşma, Parasal Birliğin tamamlanması ile Ortak Dış Güvenlik, Ortak Dış Politika, Avrupa için Anayasa ve Avrupa Vatandaşlığı kavramlarını uygulamayı amaçlayan hedefler koyuyordu.
Maastricht Antlaşması’ndan sonra sırasıyla, AB’nin Temel Belgeleri olarak kabul edilen, 1999 Amsterdam, 2003 Nice, 2007 Lizbon Antlaşmaları imzalandı. 2005’de Avrupa Parlamentosu tarafından Avrupa Anayasası Kabul edildi. Ancak tüm üye ülkelerde onaylanmadı için, yürürlüğe girmedi.[5] Maastricht Antlaşması ve ardından yapılan tüm bu çalışmalar, hatta tartışmalar, AB’yi siyasi entegrasyona götürecek olan çabaların ürünüydü.
Ancak siyasi entegrasyon süreci, ekonomik entegrasyon gibi kolay işleyen bir süreç olmamıştır. Zira bazı üye ülkelerden art arda gelen “hayır” oyları, AB’yi kendi içinde bir çıkmaza sokmuş ve tartışmalar giderek çatırdamalara dönüşmüştür. Halen de bu kaos sürmektedir. Çözüm için alternatif yollar üretilmeye çalışılmaktadır. Görüldüğü üzere, Avrupa Birliği (AB) macerasının temelleri fikirsel düzlemde 1950’lerden başlayarak atılmış, bu fikirler daha sonra eyleme dökülmüştür. 65 yılı aşan bu süreçte Avrupa, önce “Ortak Pazar” olmuş, siyasi birliğe doğru da koşar adımlarla ilerlemiştir. Bugün kendi içinde tartışmalı olsa da Avrupa Birliği dediğimiz ve “Avrupa Birleşik Devleti”ne doğru giden bu entegrasyon; “Tek Avrupa”, “Tek Anayasa”, “Tek Avrupa Vatandaşlığı” kavramları ile özdeşleşmiş olarak dünyada “eşi olmayan model” olarak durmaktadır.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler 1959’da Tam Üyelik Başvurusu ile başlamıştır. 1963’de imzalanan Ankara Anlaşması ise, Türkiye’nin tam üyeliğine ilişkin bir “çerçeve” Anlaşmasıdır. Buna göre de Türkiye, bu Anlaşma ile AB’ye geri dönülmez bir biçimde tam üye olacaktır. 1973’de imzalanan Katma Protokol, Ankara Anlaşması’nın tamamlayıcısı niteliktedir. Katma Protokol ile Türkiye, 12 ve 22 yıllık süreler içinde, 2 ayrı ticari mal listelerinde gümrük indirimine gidecekti. Bu mal listeleri, Türkiye’nin AB’ye tam üye olacağı varsayımı üzerinden yapılmıştır.[6]
1978 yılına gelindiğine ise Türkiye önemli bir kavşak noktasındaydı. Zira iktidarda 42. Ecevit Hükümeti vardı. Yunanistan AB’ye tam üye olmak üzereydi ve AB, Türkiye’nin de tam üyeliğini istiyordu. Hatta o dönemin AET’si (şimdiki AB) bizzat Ankara’ya gelerek “tam üye olun” mesajı vermişti. Fakat Ecevit bu teklifi kabul etmedi. O dönemin siyasi ve ekonomik konjonktürü içinde geleceği görememenin veya toplama bir Hükümet oluşun getirdiği baskının yüzünden bu ilk altın fırsatı Türkiye değerlendirilemedi. Ardından da tam üyelik konusu uzun bir süre askıya alındı. 1973 ve sonrasında Türkiye, uzun bir dönem AB ile olan ilişkilerini derinleştirmek için çaba sarf etmemiştir. Ta ki 14 Nisan 1987’de Tam Üyelik Başvurusu yapılana dek.
1987 yılında dönemin hükümeti (Turgut Özal) tarafından “tam üyelik” müracaatı yapılmıştır. Bundan önce Türkiye’de yapılan askeri darbe sonrasında Türkiye-AB ilişkileri, AB tarafından dondurulmuştur. Ancak Türkiye’nin demokrasiye geçiş süreci ve 1983’de genel seçimlerin yapılması ile birlikte ilişkiler normalleşmeye başlamıştır. Fakat bu arada AB’de çok önemli bir siyasi olay oldu ve Yunanistan AB’ye tam üye oldu (1981). Türkiye, ikinci kez AB’ye tam üyeliği elinden kaçırdı. 1987 Tam Üyelik müracaatı ve ardından AB’nin verdiği cevap ile gelişen siyasi olaylarla devam eden ilişkilerde ciddi mesafeler alınamadı.
1995’e gelindiğinde, 1973’de imzalanan Katma Protokol’ün 22 yıllık mal listelerinde gümrük indirimine gidilmesi gündemdeydi. Türkiye yine bir karar aşamasındaydı. Çünkü 22 yıllık mal listeleri, Türkiye’nin AB’ye tam üye olacağı varsayılarak hazırlanmıştı. Ancak ortada tam üyeliğe ilişkin en küçük bir emare yoktu. Bu durumda Türkiye, ya gümrük indirimine gideceği malların vergi oranlarını iki katına çıkarıp, % 50 indirime gidecekti ya da AB ile Gümrük Birliği’ne girecekti. Nitekim Çiller Hükümeti, AB ile Gümrük Birliği’ne gitmeye karar verdi. Kamuoyunda “Gümrük Birliği Anlaşması” olarak yanlış bilinen, doğrusunun ise 1/95 Ortaklık Konseyi Kararı (OKK) olan bu Karar ile Türkiye, AB ile “Gümrük Birliği”ne girmiştir. [7]
1 Ocak 1996’dan itibaren geçerli olan 1/95 Sayılı OKK’ndan sonra, Türkiye ile AB arasındaki ilişikler inişli çıkışlı ve soğuk dönemler yaşamıştır. Aynı şekilde AB’de meydana gelen siyasi gelişmeler bunda önemli etken olmuştur. 1996’dan sonra, Türkiye-AB arasındaki ilişkiler, çeşitli diplomatik restleşmelerle, ilişkilerin askıya alınmasıyla, beklentilerle, müzakerelerle ve diplomatik kulisleşmelerle geçti. Nihayetinde AB, 2002’ye gelindiğinde Türkiye’nin “Tam Üyeliği”ni kabul etmiştir. Ardında da 3 Ekim 2005’te “Tam Üyelik Müzakerelerine Başlama Kararı” almıştır.[8]
Tam Üyelik Müzakereleri, 35 Ana Başlıkta toplanmış, “Fasıllar” halinde aşamalı olarak müzakere edilmektedir. Ancak, AB’nin kendi içinde yaşadığı siyasi çalkantılar, Avrupa Anayasası’na ve Avrupa Vatandaşlığı’na karşı bazı üye ülkelerin referandumla “hayır” demesi, Fransa ve Almanya’nın başını çektiği “Türkiye’ye Hayır” sloganı çerçevesinde, Türkiye-AB İlişkilerinin nereye gideceği ve nasıl sonuçlanacağı belirsizdir. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye-AB ilişkileri neredeyse durma noktasına gelmiş, yaşanan siyasi krizler, ilerlemenin aşılamaz engellere saplandığını göstermiştir. Avrupalı liderlerin Türkiye karşıtı söylemleri ve hasmane tutumları, Türk dış politikasının Asya’ya doğru kaymasına neden olmuştur. Mültecilerle alakalı Geri Kabul Anlaşması ve Vize Muafiyeti görüşmelerinin sona ermesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, Almanya başta olmak üzere, pek çok AB üyesi ülkeyle (Hollanda, Belçika, Avusturya gibi) diplomatik krizlerin yaşanması, Türkiye’nin geleceğini AB dışında aramasına yol açmıştır.
Orta Asya’nın ekonomik değeri, “ABD ile Rusya arasında bir “bilek güreşi”ne sebep olmaktadır. Ekonomik değerin anlamı, Orta Asya’da siyasi çalkantılar, askeri darbeler, lokal savaşlar, bağımsızlık hareketleri, ekonomik istikrarsızlık demek oluyor. Üstelik bu defa Rusya’nın varlığı soğuk savaşı andırır niteliktedir.
Evet, Orta Asya’da yeni şeyler oluyor. Coğrafyalar yeniden şekilleniyor. Bu defa sürecin içinde sadece Rusya ve ABD yok. AB, İngiltere, Çin, İran ve Türkiye’de var. Hatta bölünmeyle karşı karşıya olan Suriye de bu oyunun bir parçasıdır. Türkiye içerde kadük görünse de dışarıda rol model gereği etkin ve dinamik bir dış politika izlemektedir. Bu açıdan da Orta Asya’da önemli bir taraftır. Zaten Türkiye, Orta Asya’dan da vazgeçemez. Bu vazgeçilmez ilkesi nedeniyle, Türkiye, Orta Asya’da ağırlığını hissettirecek yeni politik ve ekonomik açılımlar gerçekleştirmelidir. Bu politik ve ekonomik süreci destekleyecek olan atılım da “Orta Asya Ekonomik Birliği (OAEB)”dir. OAEB, tıpkı AB modelinde tasarlanmalıdır. İleriki zamanlarda ise siyasallaşmaya götürecek kurumsal alt yapıyı şimdiden oluşturmalıdır.
Türkiye öncelikle, her türlü kompleksten arınmış bir şekilde, bölge ülkelerini böyle bir oluşuma davet edecek diplomatik girişimlerde bulunmalıdır. Hatta sadece diplomasi değil, diplomasi dışında bazı kişisel ilişkiler ve dostluklar ile tarih ve kan bağları da kullanılmalıdır. Bu oluşumun zemini hazırlayacak anlatımlar ve sunumlar şüphesiz kafalarda bir alt yapı hazırlayacaktır. Daha sonraki süreçte Türkiye, Roma Antlaşması gibi “Kurucu Antlaşma” mahiyetinde bir antlaşma hazırlamalı ve bölge ülkelerini buraya davet etmelidir. Özellikle bölgeye tarihi bağlarla bağlı olan Rusya’yı ikna etmek yerinde olacaktır. Hatta diğer ülkeler ikna edilmek suretiyle Rusya zorlanmalıdır. Ön kapıdan giremiyorsak, arka kapıdan (Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerini baskı unsuru olarak kullanmak) girmeliyiz.
Şunu asla unutmamalıyız. “Olmaz diye bir şey yok”. Düşünün ki, İkinci Dünya Savaşı’nda birbirine düşman iki ülke olan Almanya ve Fransa, AB’nin ana kurucuları ve düzenleyicisi olmuştur. Öyleyse bizde Rusya ile birlikte kurucu iki ülke olabiliriz. Önemli olan inanmak ve ikna etmektir. Orta Asya’nın ekonomik değeri ve bölgede çıkar beklentisi içinde olan bazı ülkelerin varlığı, birleştirici unsurdur. Rusya ve Türkiye’nin bölgedeki bağları bu oluşum için de çok güçlü bir sinyaldir.
Cesur olmak gerekir. Tarihi tekerrür ettirip, bu defa Avrupa için değil, Orta Asya için yeni bir “birlik” oluşturmalıyız. Tarihi nefret ve korkuları olmayan bir bölgede kendimize yol bulmalıyız. Bu projenin hayata geçirilmesi konusunda siyasi irade de ortaya konmalıdır. Akademik düzeyde tezler geliştirilmeli, diplomatik alanda kulislerde dillendirilmelidir. Şimdi denilebilir ki Rusya böyle bir oluşuma yanaşmaz. Hatta fikirsel ayrılıklardan ve çıkarlarından dolayı Rusya bunu engelleyen taraf olur. Ama şunu unutmamak lazım, İkinci Dünya Savaşı’nın düşman devletleri Almanya ve Fransa, savaştan sonraki süreçte, daha on yıl geçmeden birliğe giden adımları EUROTOM ile atmıştır. Fikir ayrılığı düşmanlık getirir, ancak fikir ayrılıkları, üretilen politikalar ile her şeyi değiştirir. Rusya’ya bu tezden yaklaşmak lazımdır. En kötü ihtimal ise Rusya’sız yola devam etmektir. Bütün olmazları, korkuları ve kompleksleri bir kenara itmeliyiz. Kurucu Antlaşma’nın hazırlıklarına şimdiden başlayıp, Konsey ve Komisyon gibi işlevsel kabiliyeti yüksek karar mekanizmaları oluşturulmalıdır.
KEİB, Füzyon Antlaşması gibi bir Antlaşma ile Orta Asya Ekonomik Birliği’ne dahil edilmelidir. KEİB bünyesindeki ekonomik kurum olan “Banka” bu oluşumun içine alınmalıdır. Aynı şekilde, KEİB bünyesindeki siyasi kurum olan “Parlamento” yeniden ve daha geniş bir katılımla “etkin” hale getirilmelidir. Evet, sonuç olarak Orta Asya Ekonomik Birliği süreci belki sancılı olacaktır. Unutmamak lazım ki AB’de birleşme çabaları 65 yıldır devam ediyor. Üstelik Orta Asya’nın şimdiki konjonktürü bu birleşmeye de oldukça müsaittir.
Kurucu Ülkeler: Türkiye, Rusya, Azerbaycan, Ukrayna, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan
Katılması Muhtemel ülkeler: Tacikistan, Pakistan, İran, Kırgızistan
Daha İleri Seviyede Katılması Muhtemel Ülkeler: Çin, Hindistan, Japonya, Gürcistan, Ermenistan (Rusya’nın Gürcistan, Türkiye’nin Ermenistan ile problemleri olduğu için bu iki ülke üyeliği sonradan olabilir. Afganistan ise işgal altında olduğu ve siyasi istikrarsızlıktan dolayı üyeliği şimdilik olmamalıdır)
Genel Amaç: OAEB, dünyada küreselleşme ve bölgesel düzeyde uluslararası bütünleşme yönünde, siyasal ve ekonomik alanda yeniden yapılanma sürecinin bir ürünü olmalıdır. Nihai hedef ise Bölgesel ve uluslararası barıştır. Çoğulcu demokrasiye geçiş, temel hak ve özgürlüklerde genişleme üye ülkelerin amaçları arasında olmalıdır.
Ekonomik Amaç: Malları, hizmetlerin, sermayenin ve kişilerin serbest dolaşımını sağlayacak “tam ekonomik entegrasyon” olmalıdır. Serbest Ticaret Anlaşmalarının ötesinde, Ortak Gümrük Tarifesi, Ortak Dış Ticaret Politikaları oluşturulmalıdır. Ayrıca, 3. Dünya Ülkeleri için ortak Gümrük duvarları kurulmalı, bölgesel tarımsal ve sanayi alanında işbirliğine gidilmelidir. Çok daha ileri seviyede ise Parasal Birlik’tir.
Siyasi Amaç: Bu süreç, çok sancılı olacaktır. Zira OAEB ülkelerinde çok değişik devlet sistemleri vardır. Demokratikleşme, insan hakları ve özgürleri ile gelişmişlik düzeyi bakımından çok geridedir. Ancak yine de “ortak akıl ve ortak çıkarlar” çerçevesinde aşılmaması mümkün değildir.
En yüksek karar alma organı olmalıdır. Zira OAEB sadece ekonomik bir sistem olmayacaktır. Bundan dolayı alınacak kararlar, devlet veya hükümet başkanları düzeyinde olmalıdır. DBK, üye devletlerin genel ekonomik politikalarını koordine edecek, Birlik adına bir veya birden çok ülke ile veya uluslararası kurumlar ile uluslararası anlaşmaları gerçekleştirmek üzere temel politikaları tesis edecektir. Ayrıca, DBK ortak güvenlik ve dış politikaların belirlenmesi ve uygulanmasına ilişkin kararlar alıp üye devletlerin faaliyetlerini koordine etmekle de görevli olacaktır.
DBK, her yıl Aralık ayında toplanmalıdır. Yıllık toplantıya hazırlık amacı ile her üye devletin Dışişleri Bakanlarından olmak üzere, “Alt Konsey” oluşturulmalıdır. Dışişleri Bakanları, altı ayda bir toplanacak, temel ekonomik ve siyasi kararları tespit edecektir. Alınan kararlar daha sonra “Deklerasyon”a dönüştürülecek ve DBK Zirvesi’nde son şeklini alarak, “Bağlayıcı Karar” olarak uygulamaya dönüşecektir. Ayrıca DBK’da her ülke bir oya sahip olacaktır. Ev sahipliği ise ülke adlarının alfabetik sıralamasına göre sırayla yapılacaktır. Ayrıca, sistemin daha iyi işlemesi için “Daimi Sekreterya” oluşturulmalıdır.
Komisyon, üye devletlerce atanan üyelerden (komiserlerden) oluşan bir “yürütme organı” olmalıdır. Komisyon’un görev süresi beş yılla sınırlandırılmalı ve DBK Zirvesi’nde alınan kararların yürütülmesini sağlamalıdır. Komisyon ayrıca, Dışişleri Bakanları toplantısı ile Devlet veya Hükümet Başkanları toplantısına hazırlık da yapar. OAEBK, bir Komisyon Başkanı ve her ülkeden atanacak 2 üyeden oluşmalıdır. Komisyon, üye ülkelerin değil, Birliğin çıkarını gözetmelidir ve kendi ulusal hükümetlerinden tamamen bağımsız olarak davranmalıdır.
Komisyon, Kurucu Antlaşmaların ve daha sonra genişletilecek olan yeni Antlaşmaların koruyucusu olmak ve çıkarılacak olan yasa, yönetmelik ve mevzuatın doğru uygulandığını güvence altına almakla görevlidir. Şayet üye ülkeler, çıkarılan mevzuatları uygulamaktan imtina ederlerse, Komisyon bir raporla bunu DBK’ya sunar ve gerektiğinde yaptırım uygulayacak sistemler kurar. Komisyon, Birliği harekete geçiren organdır. Yasama sürecini başlatmada tek yetkilidir. Bu yetkisini de DBK’dan almalıdır. Bunlara ek olarak Komisyon, Birliğin icra organı rolüne sahip olması gerekir. Politikaların uygulanmasını gözetmeli ve OAEB’nin mali kaynaklarını yönetme yetkisine sahip olmalıdır. Komisyon yürütme organı olarak, DBK’nın aldığı kararları uygulayacaktır. Aynı zamanda da OAEB’yı dış ilişkilerde temsil etmelidir. Komisyon’un daha iyi çalışması için, Komisyon’daki üyelere bağlı alt birimler kurulmalıdır ve bu Komisyon’un merkezi de İstanbul’da olmalıdır.
Parlamento, başlangıçta “Danışma” niteliğinde olmalıdır. Daha sonraki gelişmelere göre, yetki ve alanını genişletmek mümkün olacaktır. Parlamento beş yılda bir yenilenmelidir. Parlamentonun yapısı, başlangıç için seçimle değil, üye ülkelerin kendi parlamentolarından gönderecekleri üyelerden oluşmalıdır. Ancak üyeler herhangi bir siyasi görüşü temsilen gönderilmemelidir. OAEB’nin felsefesine inanmış üyelerin gönderilmesine dikkat edilmelidir. Parlamento’nun üç temel yetkisi olmalıdır. Yasama, denetim ve bütçe. Bu çerçevede Parlamento Komisyon’un önerilerini inceler ve Konsey ile birlikte yasama sürecine katılır. Fikir ve önerilerde bulunur. Ancak bağlayıcı değildir. Ayrıca gerekirse yönelttiği yazılı veya sözlü sorulara, başta Komisyon olmak üzere tüm OAEB organları cevap verir. OAEB’nin yıllık bütçesini onaylamak ve uygulanmasını denetlemek suretiyle Konsey’e bilgi verir. Yetki Konsey’dedir. Türkiye ve Rusya on beş parlamenter, diğer ülkeler ise onar parlamenter göndermelidir. Merkezi ise Moskova’da olmalıdır.
OAEB’nin bu üç temel organı dışında, ekonomik ve siyasi entegrasyonun gerçekleştirilmesi için alt komiteler kurulması mümkündür. Bunlar, OAEB Bankası, Bölgesel Kalkınma Ajansı, OAEB Mahkemesi, Yatırım ve Kalkınma Fonu gibi temel organlar olabilir.
Oy Birliği Esası; Yeni üyelerin kabulü, uluslararası anlaşmaların onaylanması, ortak savunma ve ortak dış politikanın belirlenmesinde bu sistem kullanılmalıdır.
Oy Çokluğu Esası: OAEB’nin iç işleyişi bakımından alınacak kararlarda toplam üye ülkelerin yarısından bir fazlasının oyları ile alınmalıdır.
Bunun dışında, OAEB’nin işleyişini genişletmek için hangi Bakanların hangi Konsey toplantılarına katılacağı ve ele alınacak konuların belirlenmesi yararlı olacaktır.
Görüldüğü üzere, şimdilik bir ütopya gibi görünen bu birleşme, aslında hiç de uzak değildir. Bu entegrasyonun ekonomik başarı sağlaması, beraberinde siyasi birliğe evrilmeyi de getirecektir. Karadeniz bölgesi, zengin enerji kaynakları ile Orta Asya ve Orta Doğu arasında tampon konumdadır ve dolayısıyla da stratejik bir öneme haizdir. Başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa ve Almanya da bu bölgelerde söz sahibi olma çabası içindedirler. Orta Doğu’da Irak ve Suriye kaynaklı karışıklıklar, alfabeye sığmayan onlarca farklı siyasi ve terör grupları, Orta Doğu’nun kan gölüne ve bataklığa sürüklenmesine neden olmuştur. Demokratikleşme ve insan hakları kisvesi altında başlatılan Arap Baharı, bu süreci hızlandırmış, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), bölgenin haritalarını değiştirmeye namzet bir kaos planı olarak devreye sokulmuştur.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice; “İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Amerika kendini Avrupa’nın uzun soluklu değişimine adadı. Siyasetçilerimiz, savaşın getirdiği ölümler ve yıkımları (yüzbinlerce Amerikan kaybı da dahil olmak üzere) inceleyip araştırarak başka savaşın düşüncesinin bile yer alamayacağı yeni bir Avrupa için işe koyuldular. Biz ve Avrupa halkı kendini demokrasi ve refaha adadı, sonuç olarak birlikte başardık.
Bugün, Amerika ve müttefikleri kendilerini dünyanın bir başka yerindeki uzun soluklu değişimlerden bir tanesine hazırlamalıdır: Orta Doğu. 22 ülkeden oluşan ve toplamda 300 milyonluk bir nüfusa sahip olan Orta Doğu, 40 milyon nüfuslu İspanya’dan daha düşük bir toplam gayri safi yurt içi hasılaya sahiptir. Bu bölge, Arap aydınların politik ve ekonomik bir “özgürlük açığı (eksiklikliği)” diye adlandırdığı şeyler dolayısıyla geri kalmaktadır. Tüm bu faktörler, bölgenin istikrarsızlığı için ana sebepler olmakla birlikte, Amerika’nın güvenliğine de sürekli bir tehdit oluşturmaktadır. Bizim işimiz, Orta Doğu’da daha ileri demokrasi, hoşgörü, refah ve özgürlük arayanlarladır.[9]” Diyerek, tüm Orta Doğu coğrafyasında, yeniden haritalar çizmek üzere, Irak ve Saddam Hüseyin’i hedef alarak, BOP’u başlatmışlardır. Ardından yaşanan Arap Baharı ise Mısır, Libya, Tunus, Cezayir’de rejim değişikliğine, Irak ve Suriye’de ise parçalanmaya doğru gitmiştir.
Karadeniz, Avrasya’nın kilidi veya başka bir deyişle giriş kapısıdır. Bölgenin güvenliği tüm Asya coğrafyasının güvenliği anlamına gelmektedir. Siyasi, askeri, ekonomik alanda geleceğin coğrafyası şüphesiz, Atlantik’ten, Pasifik’e geçmektedir. Bu durum Karadeniz’in jeopolitiğini ve güvenliğini daha da önemli hale getirmektedir. Soğuk Savaş sonrası, son on yılda dünya güvenliğini tehdit eden pek çok olaylar meydana gelmiştir. Orta Doğu’nun hedeflendiği ve sonrasında da Orta Asya’nın güç dengelerini yeniden şekillendirmeyi hedef alan küresel aktörler, Çin ve Rusya hegemonyasını kırmak için, Karadeniz’i yeni oyun alanı olarak kullanmaya çalışmaktadır.
ABD ve AB’nin, Ukrayna ve Gürcistan üzerinden Karadeniz’de oynama provaları, Rusya engeline takılmıştır. Aynı şekilde Çin ve Rusya’nın Suriye’de Esat yanlısı tutumu, enerjide Batı’nın gereken üstünlüğünü sağlayamadığının göstergesi olmuştur. Avrasya Ekonomi Birliği, Karadeniz Jeopolitiği açısından son derece önemli bir organizasyon olabilir. Ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan son derece güçlü bir bölge olması, enerji kaynaklarının etkin ve yerinde kullanılmasına ve bölgede Orta Doğu benzeri savaşlar, etnik bölünmeler, mezhep veya din savaşlarının olmamasına zemin hazırlayacaktır. Karadeniz jeopolitiğini, Geniş Karadeniz (Wider Black Sea) olarak ele almak ve hatta Karadeniz bölgesini, “Geniş Orta Doğu” (Wider Middle East)’nun bir parçası olarak görmekte gerekir.[10]
20. YY başlarında biri çıkıp, “Avrupa birleşecek ve tek bir Avrupa’ya doğru gidecek” deseydi, herhalde deli muamelesi görürdü. Ama küreselleşmeyi yaşayan dünyada bölgesel entegrasyonlar giderek artıyor. Bu yapılanmalardan bir tanesi de Karadeniz’in jeopolitiğine ve güvenliğine katkı saplayacak olan Orta Asya Ekonomik Birliği’dir.
“Avrupa’nın Bir Değerler Manzumesi”dir. En gelişmiş demokratik kurumlar, temel hak ve özgürlükler, ekonomik gelişmişlik düzeyi, vatandaşlık bilinci, sekteye uğramadan işleyen demokrasi AB’nin temel özelliklerindendir. Bu da bizi AB’ye itmektedir. AB’yi bunun için istemekteyiz. Zorlayıcı olması bizim açımızdan çoğu noktalarda iyiye işarettir. Bize gereklidir. Modern ve uygar dünyanın bir parçası olmanın, gücü elinde bulundurmanın bir gereğidir.
Ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuk alanlarında kendi başımıza yapamadığımız şeyleri, AB’nin tam üyelik sürecinde bize yaptırması, gelişmemiz açısından faydalı olmuştur. Kabul edelim veya etmeyelim AB bize yarar sağlamıştır. Serbest piyasa ekonomisini, rekabeti, kaliteyi, küreselleşmeyi, temel hak ve özgürlüklerde sürekli iyileşmeyi, devlet egemen anlayıştan, vatandaş egemen bir topluma geçişi ve daha pek çok kavramı AB’nin sayesinde kazandığımızı unutmamalıyız. Tabi bizim de AB’ye kazandırdığımız çok şeyler var. Ekonomik alanda Gümrük Birliği’ni kabul etmemiz, AB için büyük bir pazar olmuştur. Hatta “onlar ortak, biz pazar” deyimi de bundan dolayıdır. Üstelik soğuk savaş döneminde NATO ve AB için yaptıklarımız yadsınamaz.[11] Müslüman ve laik bir ülkenin sembolü olan Türkiye’nin, AB içinde iyi bir model olacağı unutulmamalıdır. Fakat uluslararası ilişkilerde “gönül borcu” kavramı yoktur. Mutlak çıkarların paylaşım ilkesi vardır.
Evet, Türkiye-AB arasındaki bu mütekabiliyet çerçevesinde, AB bizi hala kapıda bekletiyor. Ne ev sahibiyiz ne de kiracı… Bu bekleyiş, Türkiye’nin enerjisini elinden alıyor. Üstelik AB, uluslararası teamüllere uymayan, bazen küstahça ve saygınlık sınırını aşan açıklamalarla ülkemizin haysiyetiyle oynuyor. Başta İngiltere olmak üzere AB’ye sonradan tam üye olan hiçbir ülkeye bu kadar saygısızca davranılmadı. Ayrıca, 21. YY’ın ilk çeyreğine doğru koşar adımlarla ilerlerken, AB’nin gelişen dünya konjonktüründeki yeri giderek zayıflamaya başlamıştır. AB içindeki çatlaklık ve görüş ayrılığı derinleşmektedir. Kendi arasında uzlaşmaza yakın karmaşık ve pragmatik ilişkiler vardır. Üstelik Avrupa giderek yaşlanıyor. Sosyal güvenlik maliyetleri 15 veya 20 yıl içinde karşılanamaz duruma gelecektir. Bu sonuçlarla da AB, esasında siyasi entegrasyonun giderek çıkmaza girdiği, ekonomik alanda zayıfladığı kısır döngüden çıkamayacak gibi görünüyor.
İşte tam bu noktada Türkiye aslında AB için gerçek bir reçetedir. AB; Önyargılardan, tarihsel kinlerden uzak bir yaklaşımla, Türkiye’yi AB’ye tam üye olarak almalıdır. Muğlak söylemler ve belirsizlik kokan tarihler vermekle AB bir yere varamaz. Türkiye’de bu kaotik ilişkilerle yürüyemez. Yürümemelidir. O zaman AB ve Türkiye hangi ortak paydada buluşacaktır. Bu vizyonun her iki tarafa katkısı ne olacaktır? Netleşmelidir. Aksi taktirde Türkiye yeni arayışlara girmelidir.
Bizim 55 yıla yakın AB ilişkimiz olmuştur. Bu da bize çok ciddi deneyimler kazandırmıştır. Bu birikimlerimizi uluslararası arenada kullanabiliriz. Yeni ekonomik entegrasyonlara gidebiliriz. Başta gümrük birliği olmak üzere, daha ileri seviyelerde “ekonomik birlik” oluşturmak, AB’ye yeni bir alternatif model olmak ve bunun liderliğine soyunmak çok yerinde bir karar olacaktır. Elbette AB’den vazgeçelim demiyorum. Öyle bir iddiam da yok, ama 175 bin sayfalık AB müktesebatını ödev olarak yerine getirmeye devam edelim. AB dayatması olarak değil, Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olması için bunu yapalım. Bu çerçevede unutmayalım ki Orta Asya “geleceğin dünyası”dır. Bu dünyada yer almanın önemli yapılanmalarından biri de neden Orta Asya Ekonomik Birliği olmasın ve neden Türkiye, kurucu ülkelerden biri haline gelmesin.
[1] Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR, Avrupa Bütünleşmesine Genel Bir Bakış, İKV Yayınları, Ocak 1991, s. 1
[2] Dr. Veysel BOZKURT, Avrupa Birliği, Ezgi Kitabevi, Bursa 1993, s. 19-20
[3] Can BAYDAROL, Yeni Türkiye Avrupa Birliği Özel Yayını Tam Üyelik sürecinde Topluluk Müktesabatına (Acquis Communautaire) Uyum, YT Yayıncılık, Eylül-Ekim 2000, s. 312
[4] Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR, a.g.e, s. 4
[5] Prof. Dr. Mesut Hakkı ÇAŞIN, Doç. Dr. Celil Uğur ÖZGÖKER, Avrupa Birliği’nin Siyasal ve Ekonomik Temelleri, İstanbul, Derin Yayınları, 2013, s. 44-57.
[6] Avrupa Birliği ve Türkiye, Dış Ticaret Müsteşarlığı Yayınları, 6. Baskı, Eylül 1997, s 288-296
[7] 1/95 Sayılı Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Kararı ve GATT 1994, İstanbul Sanayi Odası Yayınları, Haziran 1995, s. 127-128
[8] http://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=3&id=34 (Erişim 30.07.2017).
[9] http://mepanews.com/analiz/5790-2003-te-yazilan-bir-makale-ortadogu-da-22-uelkenin-sinirlari-degisecek-1.html (Erişim 30.07.2017). Condoleezza Rice, ABD Dışişleri Bakanı olarak, 7 Ağustos 2003 yılında The Washington Post Gazetesi’ne yazdığı makaleden alıntılar.
[10] Gökhan KOÇER, Karadeniz’in Güvenliği: Uluslararası Yapılanmalar ve Türkiye, Akademik Bakış Cilt 1, Sayı 1 Kış 2007.
[11] Ayşegül SEVER, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu 1945-1958, İstanbul, Boyut Kitapları, Ekim 1997, s.59
Yorum Yaz